Some Like It Hot – Billy Wilder (1959)

Some_Like_It_Hot“Kimse mükemmel değildir”

Mafyadan kaçarken, kılık değiştirerek sadece kadınlardan oluşan bir orkestraya giren iki erkek müzisyenin hikâyesi.

Amerikan sinemasının gerçek klasiklerinden ve komedinin de en parlak örneklerinden biri. Robert Thoeren ve Michael Logan’ın hikâyelerinden yola çıkarak Billy Wilder ve birlikte pek çok başarılı filme imza attığı I.A.L. Diamond tarafından yazılan senaryosundan başrollerdeki Jack Lemmon, Tony Curtis ve Marilyn Monroe’ya, Wilder’ın sihirli yönetmenlik becerisinden hiç aksamayan komedisine, kesinlikle görülmesi gerekli bir film bu. Hikâye anlatmanın ve pürüzsüz bir komedi yaratmanın -eğer varsa- formülünün çarpıcı bir biçimde uygulandığını söyleyebileceğimiz film, Hollywood’un Monroe’yu sinema seyircisine nasıl sunmayı tercih ettiğini ve sanatçının faydasını da görmüş olsa da kendisini çöküşe sürükleyen bu tercihlerin nasıl tutsağı olduğunu görmek açısından da ideal bir çalışma aynı zamanda.

1929 yılının içki yasağı sırasında Chicago’da başlayan ve ikinci yarısını Florida’da sürdüren bu film iki yıldız oyuncusunun filmin büyük bölümünde kadın kıyafetleri içinde gezinmesi ile o dönemin Hollywood’u için bir tabuya dokunması açısından sinema tarihinde ayrı bir yere sahip kuşkusuz. Burada ortaya çıkan komedinin -bizde hâlâ, kadın kıyafeti giyen erkek zaten komiktir anlayışı ile kendisini bulan türünden bir- ucuzluktan hemen hep özenle kaçınması ve bu durumu hikâyesinin mükemmel bir parçası yaparak komedinin durumsal olanından fizikseline hep üst düzeyde seyretmesi filmi benzersiz kılıyor doğal olarak. Oyunculuk açısından Jack lemmon, Tony Curtis’İn önüne geçiyor ve tek kelime ile mükemmel bir oyun sunuyor olsa da, her iki oyuncu da filmin komedisine çok ciddi bir katkı sağlıyorlar. Yan oyuncularda da benzer bir başarı film boyunca kendisini gösteriyor: Örneğin Joe E. Brown başta Lemmon ile olan dans sahnesi olmak üzere çok keyifli bir performans sergiliyor. Bu filmden üç yıl sonra hayatını kaybeden Marilyn Monroe burada da Holywood’un kendisine biçtiği ve üzerinden çıkarmasına hiç izin vermediği elbisesi içinde kendisinden bekleneni karşılıyor kesinlikle: Komik ama ondan daha çok “seksi ve aptal” oluyor. Daha ilk göründüğü sahneden (trenin püskürttüğü buhardan ürken seksi sarışın) başlayarak, sakarlığı (vücuduna gizlediği içki şişesini dans ederken düşürmesi bunun bir örneği), pek de zeki olmaması (karakterinin kendi ağzından bunu itiraf ettiği “Pek akıllı olduğum söylenemez” cümlesi, Tony Curtis’in oyununa kolayca düşmesi) ve seksiliği (tüm vücudunu titreterek “Running Wild” şarkısını söylemesi, saksafon çalan erkeklerin çekiciliğine dayanamadığını söylemesi veya kameranın sık sık onun vücut hatlarını vurgulayacak şekilde kullanılması) ardı arkası kesilmeyen örnekleri ile sürekli gözümüzün önünde tutuluyor ve bu bağlamda film adeta Monroe’nun tüm kariyerinin de bir özeti oluyor.

Kompartımandaki tek kişilik bir ranzaya, kadın kılığındaki Lemmon ile birlikte önce Monroe’nun, sonra da ona yakın kadının sığıştığı ve parti yaptıkları sahne filmin Monroe üzerinden erkek seyircilerin fantezilerine hitap etmesi ile hem komik hem de hoş bir erotizmin kaynağı olmakla kalmıyor; aynı zamanda da kesinlikle çok eğlenceli olmayı başaran bir sahne bu. Monroe’nun tüm kariyerinde olduğu gibi burada da sömürülüyor olmasını bir kenara bırakırsak, filmin alaycılığının asıl hedefi kesinlikle erkekler. Kadın kıyafetine girer girmez, Lemmon’ın erkekler tarafından taciz edilmeye başlanmasını “etek giydiğin sürece, güzel olmanın önemi yok” diye açıklıyor durumu kahramanlarımız örneğin. Hikâyenin cinsiyet rolleri üzerinde durduğu doğru nokta, filmin takdiri gerektiren yönlerinden biri aslında ve Curtis’in önce erkekten kadına, sonra kadından erkeğe yaptığı geçişler ve filmin ritmi arttıkça karakterlerin bu değişim içinde seyirciye yaşattığı komik anların gölgesinde kalmamalı. Toplumdaki kalıplaşmış rollere tam bir işbirliği içinde saldırıyor Wilder / Diamond ikilisi ve son darbeyi de filmin kapanış cümlesi ile vuruyorlar bu “yerleşik değerler”e: Kendisi ile evlenmek isteyen yaşlı zengin adama “ama ben erkeğim” diyen Lemmon’ın aldığı karşılık (“Kimse mükemmel değildir”) taşıdığı çift anlam ile hayli sert bir darbe; hem erkek olmayı mükemmel olmamakla eşitliyor hem de -o dönemi düşünürsek- seyircisine komik ama sert bir yumruk indirmiş oluyor.

Filmin çekildiği tarihlerde kişisel problemleri ve bunalımları iyice artmış olan ve film ekibine de hayli sıkıntılar yaratan Monroe’nun bir klasik olan “I Wanna Be Loved By You” adlı şarkıyı da seslendirdiği film, Arthur P. Schmidt’in başarılı kurgusundan da epeyce yararlanıyor ve temponun hemen hiç aksamaması ile dikkat çekiyor. Charles Lang’in siyah-beyaz görüntü çalışması ve Adolph Deutsch’un müzikleri de filmin öne çıkan unsurları arasında yerlerini alıyorlar. Wilder’ın yönetmenliği de dört dörtlük kesinlikle. Uzun ve konuşması bol sahneler bile hemen hiç sarkmıyor ve hikâye hemen her zaman doğru tempoda ilerliyor.

Tony Curtis’in, Monroe’nun kendisini baştan çıkarmasını sağlamak için cinsellikle barışık olmayan bir adam rolü oynamasından Freud’un adı geçer geçmez kendisini bir “psikiyatrist koltuğuna” atmasına, Lemmon’ın başta dans sahnesi olmak üzere cinsiyeti ve kişiliği konusunda kafasının karıştığı tüm anlardan ikilimizin yaptıkları planların ve aldıkları kararların sonuçlarının ters gitmesinin doğurduğu komik anlara, mafya ile dalga geçilen sahnelerden (mafya liderinin filmin nerede ise sembollerinden biri olan ayakkabısı ve doğum günü kutlaması gibi) açılış sahnesine kadar, Wilder filme damgasını vurmuş ve ortaya bir komedi klasiği çıkarmış. 1972’de bir müzikale dönüştürülerek Broadway’e uyarlanmışlığı da olan film, erkek ve kadın gibi zıt kutuplar arasında gidip gelen, benzer şekilde hayatın karanlık ve eğlenceli öğeleri üzerine de söyleyecekleri olan ve kaçırılmaması gereken bir klasik özet olarak.

(“Bazıları Sıcak Sever”)

The Seven Year Itch – Billy Wilder (1955)

“Hava bu kadar sıcak olduğunda,the seven year itch ne yapıyorum biliyor musunuz? İç çamaşırlarımı buzluğa koyuyorum”

Eşi ve çocuğu yaz tatiline giden bir adamın, üst katındaki sarışın kadınla çapkınlık yap(ama)ma hikâyesi.

George Axelrod’un kendi tiyatro oyunundan Billy Wilder ile birlikte sinemaya uyarladığı ve Wilder’ın yönettiği bir klasik. Marilyn Monroe’nun metronun havalandırma ızgarası üzerindeki sahnesi ile belleklere kazınmış olan filmin hikâyesi başroldeki erkek oyuncu ve tiyatroda da aynı rolü canlandıran Tom Ewell üzerine kurulu olsa da, filmi bugün en çok hatırlanır kılan Monroe’nun varlığı olsa gerek. Hollywood’un Marilyn için yarattığı resmin tipik pek çok örneğinin yer aldığı film, tiyatroya yakışan ama sinemasal açıdan yeterince geliştirilememiş hikâyesine rağmen, eğlendirmeyi ve Monroe’nun cazibesi aracılığı ile de etkilemeyi başarıyor. Yönetmen Billy Wilder yıllar sonra verdiği bir söyleşide, o dönemin sansür mekanizması nedeni ile ortaya çıkan sonuçtan hiç memnun olmadığını söyleyerek “keşke çekmeseydim” bile demiş ama bu ifadeyi kesinlikle hak eden bir film değil bu.

Filme kaynak olan tiyatro oyununda, yaz bekârı olan adam üst kattaki kız ile yatar ama filmde bu birliktelik -sansür kuralları nedeni ile- gerçekleşmez. Wilder’ın oldukça şikâyet ettiği bir konudur bu ama hikâyesine bunu ekleyebilseydi ne değişirdi diye düşünmemek elde değil açıkçası. Hikâye pek güçlü değil ve oyunun senaryo karşılığında da kimi problemler var. Axelrod/Wilder ikilisinin senaryosu filmi eğlenceli bir tiyatro oyunu havasından yeterince kurtarıp, eğlenceli bir sinema havasına çok fazla getirememişler. Böyle olunca da, film hikâyedeki ağırlığı gereği, adamı oynayan Tom Ewell’ın üzerinden ilerlemeye çalışmış. Ewell’ın hayli dinamik ve eğlenceli performansı filme ciddi katkıda bulunuyor ama kendi kendine konuştuğu (kafasındaki düşünceleri bizim anlamamız için konuşması gerekiyor çünkü) sahneler daha çok bir tiyatro sahnesine yakışır cinsten duruyor. Akranı olan erkeklerin aksine, yaz bekârlığı sırasında karısını asla aldatmaya niyeti olmayan adamın üst katına taşınan “sarışın”la karşılaşmasının sonucunda iradesinin onu nereye götüreceğini anlatıyor temel olarak hikâye. Sarışın kadınla oyunda yatıp, filmde yatmamış olsa da her ikisi de aynı “mutlu son”la bitiyor Amerikan değerlerine uygun olarak.

Herhalde yine sansürün gereği olarak, apartmandaki diğer komşuların aynı dairede yaşayan “iki iç mimar” olduğunun altı çizilerek vurgulanması ama elbette eşcinsellikten söz edilmemesi anlaşılır bir durum şüphesiz. Evet, bundan söz etmiyor film ama o tarihlerde artık bir yıldız olmuş olan Marilyn Monroe’yu sanatçının hemen tüm diğer filmlerinde olduğu gibi sonuna kadar “kullanmaktan” çekinmiyor. Monroe’nun güzelliğinin ve çekiciliğinin ardında bir birey, bir kadın olduğu ile ilgilenmeyen filmlerden biri bu da, bir başka deyiş ile. Öyle ki sanatçının filmde canlandırdığı karakterin bir adı bile yok ve jenerikte “The Girl” olarak geçiyor. Yedi yıldır evli olan ve “her erkek gibi” tek eşli hayattan sıkılan erkeğin “yedi yıllık kaşıntı”ya boyun eğip eğmeyeceğini seyirci için bir merak konusu yapmaya soyunan film, adamın karşısına, çıkabilecek en zor engeli koyuyor: Marilyn Monroe. Üstelik bir sahnede doğrudan Monroe’nun adını kullanarak (“Mutfaktaki sarışın belki de Marilyn Monroe’dur”), onun bir seks objesi olarak tanımlanmasını da çekinmeden devam ettiriyor. Saf, sakar ve seksi bir sarışın olarak resmedilen kadını canlandıran Monreo’nun sıkı bir performans vermediği söylenebilir ama kendisinden bu istenmiş de görünmüyor zaten. Adamın sekreter, hemşire, karısının en yakın arkadaşı gibi karakterlerle kurduğu fantezilere (bu klişe fantezi karakterler ile eğlenceli biçimde dalga geçiyor film) karşılık, en erotik fantezilerin nesnesi olarak Monroe’yu adamın/seyircinin karşısına koyuyor film. Fazlası ile fısıldayarak konuşması, daha ilk sahnesinde dar bir etek ve yüksek topukları ile görünmesi, iç çamaşırlarını buzlukta soğuttuğu için balkonda çıplak durması, küvette uyuması veya kendisi küvette iken tamircinin küvetin musluğunu tamir etmesi gibi sahneler sık sık bize kadının adamın bir fantezisi olduğunu da düşündürtüyor. Film burada akıllıca bir oyunla, hem bu imada bulunuyor hem de adamın kadını gerçekten hayal ettiği fantezi sahnelerini de getiriyor önümüze ki bu tercih filme eğlenceli bir katkıda bulunmuş.

Hollywood’un Monroe’nun saflığı, hatta daha da cüretkâr davrandığında “aptallığı” üzerine değinmeleri bu filmde de yerini almış elbette. Adamın klasik müzik ve özellikle Rahmaninof sevgisinin bu bağlamda kullanıldığını görüyoruz filmde ve bir fantezi sahnesinde, sarışın kadın Rahmaninof’tan tüyleri ürperecek şekilde etkilenirken, gerçek hayatta kadın (yani Monroe’nun kendisi) bu müzikten hiç anlamıyor (“Klasik müzik, değil mi? Vokal olmamasından anladım). Kadın (Monroe) içkiden de anlamaz ve viski soda yerine cin soda ister, ayak baş parmağını musluğa sıkıştıracak kadar aptaldır vs. Kısacası Hollywood bir kez daha, Monroe’ya gerçek bir karakteri oynama fırsatı tanımayıp, onu erkeklerin en basit arzularının objesi olarak sunar sinema perdesinde.

Monroe sinemada kendisine biçilen rolü benimsediği için tutunabilmiş ama bu durum bir yandan da onu ruhsal olarak çöküntüye götürmüş kuşkusuz. İşte burada da, filmin asıl karakteri olmamasına rağmen, göründüğü her sahneye damgasını basması, güçlü bir oyunculuk sunmadığı halde Tom Ewell’ın önüne geçmesi onun bu kalıp içinde seyirci üzerinde ne denli etkileyici olabildiğinin örnekleri olarak çıkıyorlar önümüze. Fiziksel komedinin öne çıktığı kimi sahneleri (anidenliği ile saksı düşmesi ve patene basarak havaya fırlama sahneleri gibi), Dorian Gray ve Gregory Peck göndermelerini akıllıca kullanması, adamın aldatma düşüncesinden dolayı kapıldığı paniği gösteren ve Tom Ewell’ın parlak bir oyun verdiği sahneleri ve elbette ızgarada havalanan etek gibi kült olmuş kareleri ile kesinlikle seyredilmeyi hak eden bir film bu. Adamın panik anlarının zaman zaman tekrara girmesi, psikanalist karakterinin göründüğü tek sahnenin filme adeta yamanmış gibi eğreti durması ve başarılı oyununa rağmen Tom Ewell’ın Monro’nun karşısına çıkmak için fazla sıradan bir fiziği olması gibi problemlerine rağmen, Monreo’nun oynamak durumunda kaldığı bu en aptal kadın rolüne büründüğü filmi seyrederken şu akılda tutulmamalı hep: Kadını oynayan Marilyn Monroe olmasaydı, bugün film bırakın klasik olmayı, muhtemelen pek az kişi tarafından hatırlanırdı. Bunun nedeni ise Wilder’ın yakındığı sansür değil (film kimi kaba esprileri yapmaktan geri kalmamış çünkü); sorun hikâyenin zayıflığı ve filmin sinemasının yeterince güçlü olmaması daha çok.

(“Yaz Bekârı”)

Witness for the Prosecution – Billy Wilder (1957)

“Umarım jüri üyelerinin tümü kadındır; o zaman kocanın mahkemeden omuzların üzerinde çıkacağına eminim”

Kendisinden yaşlı bir dul kadını öldürmekle suçlanan genç bir adam, kendisinden yaşlı karısı ve adamı savunan tecrübeli bir avukatın hikâyesi.

Agatha Christie’nin önce hikâye olarak basılan ve daha sonra tiyatroya uyarladığı eserinin sinema versiyonu. Sürprizli finali nedeni ile kapanış jeneriğinde seyircisine “lütfen filmin sonunu kimseye söylemeyiniz” diye hitap eden filmin bu sonu aslında Christie’nin yazdığı ikinci son. Yazar hikâye olarak basılan ilk sondan memnun kalmayınca değiştirmiş yazdığı finali ve filmde de bu finali seyrediyoruz. Büyük bir kısmı mahkeme salonunda geçen filmin tarzını Billy Wilder ile Alfred Hitchcock karışımı olarak özetlemek pek de yanlış olmaz. Wilder filme katkısını orijinal hikâyede olmayan mizahı yazarlarından biri olduğu senaryo aracılığı ile sağlamış daha çok. Genç adamı oynayan Tyrone Power, eşini oynayan Marlene Dietrich, avukat rolündeki Charles Laughton ve avukatın hemşiresini canlandıran (ve gerçek hayatta Laughton’un eşi olan) Elsa Lanchester’dan oluşan güçlü bir kadrosu var filmin ve bu isimlerin son ikisi Oscar’a aday da olmuşlar performansları ile. Gerilim ile (orijinal hikâyeye sonradan eklenen) mizahın çoğunlukla atbaşı gittiği film klasik ABD sinemasının en bilinen mahkeme filmlerinden biri ve klasik bir sinemanın gereği olarak bildik ve çekiciliği garanti yollardan ilerleyip, seyircisini tatmin etmeyi başarıyor.

Tecrübeli, hasta ve işinde usta bir avukatı canlandıran Charles Laughton Wilder’ın etkisini açıkça hissettiren diyaloglarındaki mizahı, sivri dili ve zekâsı ile filme damgasını vuran isim aslında. Öyle ki, Marlene Dietrich’in sırf seyirciye gösterilebilmek için yazılmış ve tam 145 figüranın rol aldığı özel bir sahnenin yıldızı olan bacaklarına rağmen. Evet, Dietrich’in bacaklarının güzelliğinden yararlanmak isteyen yapımcılar tipik Hollywood uyanıklığı ile yıldız sanatçının bacaklarından birinin görünmesini sağlayacak bir sahnenin masrafı altına girmekten çekinmemişler. Laughton karakterinin baştan hastalığı nedeni ile üstlenmek istemediği ama hem olaya bulaşan karakterlerin ilginçliği, hem adamın suçlu olup olmadığı konusundaki tereddütü hem de zamanla kendisi için bir zekâ oyununa dönüşen vakanın ilginçliği nedeni ile aldığı davada yaşadıklarını ne kadar usta bir oyuncu olduğunu devamlı hatırlatarak canlandırmayı başarmış. Tyrone Power mahkemede geçen kimi sahnelerdeki başarısının yanında daha çok idare eder bir havada görünüyor ve hikâyenin olduğunu iddia ettiği kadar genç olmamasının sıkıntısını yaşıyor zaman zaman. Hemşire rolündeki Elsa Lanchester eğlenceli bir tipleme çıkarıyor ve filmin Laughton ile birlikte mizahını sağlayan isim olmayı başarıyor. Marlene Dietrich her zamanki gibi iyi oynuyor ve çekiciliğini koruyor ama hikâyenin çizdiği “soğuk Alman” profili karakterinin “çekiciliğini” azaltıyor bir parça.

Laughton’un avukatı tam bir İngiliz ve tipik bir Christie karakteri; bir parça kibirli ve ukala, centilmen, laf oyunu ustası ve zekî. Wilder ve diğer senaristlerin elinden çıkan mizah da hayli yakışmış bu karaktere ve açıkçası aksi takdirde daha düz olabilecek bir hikâyeyi de zenginleştirmiş kesinlikle. Senaryodaki bu Wilder imzası filmin yönetmenliğinde biraz da mahkeme salonunun mekansal kısıtlılığı nedeni ile o denli belirgin değil belki ama yine de tıkır tıkır işleyen anlatımı, kısıtlara rağmen yaratılabilmiş dinamizmi ve aksamayan temposu ile film bu açıdan da sınavı geçiyor. Bu da önemli bir başarı aslında çünkü hikâye hayli bol konuşmalı ve buna rağmen filmin dinamik görünebilmesi oyuncuları ve diyaloglarının başarısının yanında, Wilder’ın becerikli mizanseninin de sonucu olsa gerek. Filmin sürprizli finali ise, gerçekten önceden bilinmemesi durumunda tadı çok daha keyif ile çıkarılabilecek bir içeriğe sahip. Sürpriz(ler)inin yanında, hayli de dolu bir içeriğe sahip bir final bu: İhanet, cinayet, ihanet vs… Dolayısı ile keyfini tam anlamı ile çıkarabilmek için dikkatli ve konsantre bir şekilde seyretmek gerek bu finali ve gerçekçiliğine o kadar da takılmamak. Özetle, klasik sinemanın seyri keyif veren örneklerinden biri ve Hitchcock ile Wilder buluştuğunda ne oluru görmek için de tek ve çok iyi bir fırsat.

(“Beklenmeyen Şahit”)

The Fortune Cookie – Billy Wilder (1966)

“Şu son moda makinalar! Saçmalık. Hiç bir şeyi kanıtlayamazlar. Eskiden bu işleri daha iyi yapardık. Bir adam felç olduğunu mu söyledi, yılan dolu bir çukura atardık. Çukurdan çıkarsa, yalan söylediğini anlardık. Eğer çıkamazsa, hastayı kaybederdik ama dürüst olduğunu anlardık”

Bir Amerikan futbolu maçı sırasında bir sporcunun çarpması ile bayılan bir kameramanın üçkağıtçı bir avukat olan kayınbiraderinin zorlaması ile sigortadan tazminat alabilmek için sakat kalmış numarası yapması ile gelişen olayların hikâyesi.

Jack Lemmon ve Walter Matthau’nun birlikte rol aldıkları on filmin ilki. Yönetmen koltuğunda Billy Wilder’ın oturduğu, senaryosunda ise Wilder’ın pek çok filminde beraber çalıştığı I.A.L. Diamond’ın imzası bulunan film bu yaratıcı kadronun ortak eserlerinin en başarılısı değil belki ama onlardan bekleneni yerine getiren, kısacası eğlendiren bir film. Hikâyeyi asıl sürükleyen isim olmasına rağmen yapımcıların Oscar’lardaki garip oyunları nedeni ile yardımcı oyuncu dalında ödülü kazanan Walter Matthau’nun senaryonun kendisine sağladığı tüm imkânları sonuna kadar kullanarak tek başına bile seyre değer kıldığı çalışma, ABD’de avukatlığın neden icra edenleri için cazip, diğerleri için de en nefret edilen meslek olduğunu hoş bir şekilde anlatıyor seyircisine.

Avukatın canlı yayınlanan bir maç sırasında bir sporcunun kaza ile çarptığı kayınbiraderi için belediye, spor kulübü ve televizyon kuruluşu hakkında dava açması ve sigortadan tazminat talep etmesi ile gelişen komik olayları anlatıyor hikâyemiz. Matthau’nun aldığı ödülleri hak eden performansı ile mükemmel bir şekilde canlandırdığı bu kurnaz ve üçkağıtçı avukat karakteri filmin en büyük kozu. Kaldırımda muz kabuğuna düşüp basan bir adam için meyve üreticisi şirketi kabuğa uyarı yazısı koymadığı için dava eden avukat, aslında saf ve iyi yürekli bir adam olan ve Jack Lemmon’ın oynadığı kayınbiraderini de alet ediyor oyununa. Kameramanın kendisini şöhret ve başka bir erkek uğruna terk eden ve tazminat ihtimalini öğrenince tekrar kendisine göz kırpan karısı da oyuna karışıyor sonra. Bu kötü karakterlerin karşısında ise kahramanımıza önce vicdan azabından kaynaklanan ama sonra dostluğu da içine alan bir yardımseverlik gösteren kendisine çarpan sporcu karakteri var. Çok kısa bir oyunculuk kariyeri olan Ron Rich’in oynadığı bu oyuncunun kendisini gönüllü olarak kahramanımıza nerede ise köle etmesinden ve bu köle karakterinin bir “siyah” oyuncuya oynatılmasından ve ırkçılık karşıtı bir diyaloğun politik doğruculukla alay etmenin aracı olarak kullanılmasından kuşkulanmaya hakkımız olsa da, bu durumlar için Hollywood diyerek geçmek gerekiyor. Bu karakterle bağlantılı asıl önemli olan konu ise onunla kahramanımız arasındaki dostluk. Hayli sıcak ve duygusal finalde, bu iki adam nerede ise bir “aşkın” tarafları olarak çocukca eğlenirken filme keyifli bir kapanış sağlıyorlar.

Wilder ve Diamond ikilisinin senaryosu Matthau’ya parlak bir performans için gerekli tüm imkânları sağlarken aynısını Lemmon’dan bir parça esirgemiş sanki. Kahramanımızın kız kardeşi (avukatın karısı) ve annesi ise oldukça kaba çizgilerle geçiştirilmiş görünüyor senaryoda. Buna karşılık yine kısa bir sinema kariyeri olan Judi West’in eğlenceli oyunu ile renk verdiği eski eş karakteri senaryonun en başarılı yanlarından biri olarak görülüyor ve kahramanımızın bile evet dediği bir ahlâksız oyunda sporcunun ahlâk sembolü olarak parlamasının en önemli unsurlarından biri oluyor. Özel dedektif ve yardımcısı ise sanki daha fazlası olabilirmiş ama nedense üzerine gidilmemiş görünse de hikâyenin kimi eğlenceli yanlarının yaratıcısı oluyorlar. Senaryo diğer Wilder-Diamond filmlerindeki kadar vurucu espriler içermiyor ama kesinlikle kahkaha attıran sıkı örnekler de var açıkçası (“Dağınıklığın kusuruna bakmayın, sekreterim evlendi de; on yıl önce benimle”).

Özetle bu Matthau-Lemmon işbirliği sinemadaki müthiş iş birliklerinin ilk örneği olması ile bile önemli bir film. Wilder’ın rahat ve akıp giden -filmin hikâyeden kaynaklanan nedenle bir parça sarkmasına rağmen- yönetimi, yeterince parlak esprisi ve iyi bir kötü avukat kadar tehlikeli bir insan olamayacağını anlatması ile eğlendiren bir sinema örneği bu siyah-beyaz film.

(“Büyük Tasarı” – “Şans Kurabiyesi”)