Merci Pour Le Chocolat – Claude Chabrol (2000)

“Ben sevmek yerine, “Seni seviyorum” diyorum ve insanlar bana inanıyor”

Yeniden evlenen bir çift ve adamın önceki evliliğinden olan çocuğundan olulan bir ailenin mutlu hayatlarının altında yatan ve geçmişteki bir karışıklığın izini süren genç bir kadının ortaya çıkması ile kendisini gösteren sırrın hikâyesi.

Edgar Allan Poe adına korku ve gerilim türlerindeki eserlere verilen prestijli Edgar Ödülü’ne öyküsü ve romanları ile 6 kez aday olan ve 1956 tarihli “A Dram of Poison” romanı ile bu ödülü kazanan Amerikalı Charlotte Armstrong’un 1948 tarihli “The Chocolate Cobweb” adlı kitabından uyarlanan bir Fransa ve İsviçre ortak yapımı. Kendisi de senaryo yazan ve pek çok başka eseri de sinemaya uyarlanmış olan Armstrong’un California’da geçen romanını İsviçre’ye ve bir burjuva çevresine taşıyan filmin senaryosunu Claude Chabrol ve Caroline Eliacheff yazarken, yönetmenliğini bu sınıfın öykülerini ustaca anlatması ile bilinen Chabrol yapmış. Tüm o şık görünümün altında yatan sırları, Isabelle Huppert’in müthiş performansından aldığı sağlam destekle güçlü bir biçimde anlatan yapıt seyircinin merak duygusunu ve ilgisini hep canlı tutmayı başarıyor. “Kötülüğün doğallığı (ya da doğası)” üzerine olan öyküsü, öykünün içeriği gereği bolca dinlediğimiz klasik müzik eserleri ve Matthieu Chabrol’un gerilime katkı sağlayan orijinal müzik çalışması, ve derli toplu şık anlatımı ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

“Sizi, tabiri caizse, yeniden evlendiriyorum” diyor belediye görevlisi tekrar evlenen çiftin töreninde. André Polonski (Jacques Dutronc) ünlü bir piyanisttir ve eşinin ölümünün ardından, ondan önce evlendiği Marie-Claire (Isabelle Huppert) ile tekrar bir araya gelmiştir. Yakınlarının Mika olarak çağırdığı kadın babasından büyük bir çikolata fabrikasını devralmıştır ve piyanist eşi ile sürdürdükleri şık ve zengin yaşamları Chabrol için, ustası olduğu türden bir burjuva hikâyesi anlatmakta kullanabileceği değerli bir durumdur. Çiftin, adamın ölen eşinden olan oğlu Guillaume (Rodolphe Pauly) ile mutlu yaşamlarına gerlim katan ise Jeanne (Anna Mouglalis) adındaki genç kadın olur. Guillaume ve Jeanne aynı gün ve aynı hastanede doğmuşlardır ve hemşire bir hata yaparak, Polonski’ye bir kızının olduğunu söylemiş ama bebeklere takılan bilekliklerde bir karışıklık olduğu ortaya çıkarılarak yanlışlık engellenmiştir son anda. Bu “karışıklığı” yeni öğrenen ve kendisi de piyanist olmak için sıkı bir şekilde çalışan Jeanne merak duygusunu yenemeyerek ve annesine (Brigitte Catillon) haber vermeden piyanistin evine gidecek ve ailenin sırrının ortaya çıkmasına neden olacak gelişmeleri başlatacaktır.

Açılıştaki nikâh ve kokteyl sahnesinden başlayarak film -Chabrol’dan bekleneceği gibi- parıltılı burjuva hayatlardaki ikiyüzlülüğü gösteriyor bize. Gelin, damat (“Piyanist olarak takdir ettiğim biri ama insan olarak rahatsız edici”) ve evlilikleri hakkındaki dedikodular ve fısıldaşmalar hem karakterlerin geçmişleri hakkında bilgi edinmemizi hem de “burjuva ahlakı”na tanıklık etmemizi sağlıyor bu açılışta. Mika’nın çikolata şirketini yönetme şekli ve ilginç sponsorluk tercihleri, Jeanne’nın annesinin bir adli tıp kliniğinin yöneticisi olması, doğum esnasında klinikte oluşan ama sonrasında düzeltilen karışıklığı doğrulayan bir şekilde genç kadının tıpkı Polonski gibi piyano yeteneğinin olması, adamın oğlunun sanatsal yeteneklerden uzaklığı ve Jeanne’ın annesinin sonradan itiraf edeceği bir sır gibi farklı unsurlar üzerinden yaratılan gerilimi baştan sona koruyan ve bunu büyük sözlere ve oyunlara başvurmadan zarif bir şekilde başaran film böylece bizi öykünün odağındaki ailedeki “kötülük”e taşıyor yavaş yavaş. Bunu yaparken de, yönetmenin oğlu olan ve onun pek çok filminin müziklerini hazırlayan Matthieu Chabrol’un özenli ve tedirgin melodilerinden yararlandığı gibi; Chopin, Schubert, Mahler, Debussy ve Scriabine’in eserlerini ve Liszt’in, öyküdeki kritik önemi sayesinde bolca kullanılan “Funérailles” adlı piyano yapıtını da çok iyi değerlendiriyor. Macar besteci Liszt’in, halkının Habsburg hanedanına karşı kalkıştığı ama başarısızlığa uğrayan devrim hareketinde hayatını kaybeden veya sürgüne gönderilen arkadaşları için yazdığı eser kendisini kolayca ele vermeyen ölüm teması ile gerçekten de hikâyeye çok iyi uymuş.

Alfred Hitchcock’u hatırlatan içeriği ve biçimi ile Chabrol bir suç ve gerilim öyküsü anlatıyor bize bu yapıtında. İlk anlardan itibaren yarattığı gizem ve gerilim duygusunu, özellikle de Mika karakteri ile ilgili soru işaretlerini seyirciyi tedirgin eden bir merak duygusuna dönüştürüyor film. Tek bir sahnede, zarif bir kamera oyununa başvurmak dışında sade bir dilden hiç sapmıyor Chabrol ve öyküsünün seyircinin karşısına kendi gücü ile çıkmasını sağlıyor. Oyuncu kadrosu da her türlü abartıdan uzak performansları ile sağlam bir destek sağlıyor bu sadeliğe; burada öne çıkan isimler ise Guillaume rolündeki Rodolphe Maury ve Mika’yı canlandıran Isabelle Huppert oluyor. Maury kafası karışık, özgüveni düşük karakterini tüm vücut diline sindirdiği bir performansla karşımıza getirirken, Huppert tüm sinema tarihinin en yetenekli yıldızlarından biri olduğunun kanıtı olarak gösterilebilecek, yalın ama bir yandan da o yalınlığın daha da etkileyici kıldığı güçlü bir oyunculuk gösterisi sunuyor. Usta oyuncunun adeta hiçbir çaba harcamadan ulaşır göründüğü başarının arkasında yatan birikim ve ustalığa hayran olmamak mümkün değil kesinlikle. Kapanış sahnesi bu bağlamda ona bir saygı gösterisi oalrak da görülebilir: Arka planda piyanoda Liszt’in “Funérailles”ini çalan adamı görüyoruz, ön planda ise neredeyse tamamen duygusuz bir yüz ifadesi ile oturan ve gözünden yaşlar süzülen kadını (Huppert) görüyoruz. Bir yandan kapanış jeneriği akıyor bu sahnede ve kadın oturduğu kanepede yavaş yavaş bir cenin pozisyonu alırken, kanepe üzerindeki örümcek ağı benzeri örtüye gömüyor kendisini. Hikâyenin kahramanının o olduğunu ve onun şahsında Huppert’in varlığının kritik önemini hatırlatıyor bize bu kapanış.

Hikâye boyunca hatırı sayılır bir yeri olan piyano alıştırmaları sahneleri iki ayrı işlev görüyor: Bir yandan bildiğimiz anlamda bir soundtrack oluşturuyor bu sahnelerdeki müzikler ve kullanıldıkları anda yaşanan duygu ve eylemleri güçlendiriyorlar, bir yandan da öykünün doğal bir parçası oluyorlar ve karakterlerin yaşamlarına girmemizi sağlıyorlar. Evlatlık olan ve biyolojik ailesini hiç tanımayan, bu bağlamda ailesi “eksik” olan bir karakterin bir aile kurarken, başka aileleri yok etmesinin öyküsü olarak tanımlayabileceğimiz ve çocukların karışmasının aile kurumu için ne kadar büyük bir trajedi olacağını hatırlatması ile aile kurumu üzerine de olduğunu söyleyebileceğimiz filmde sinemaya da göndermelerde bulunuyor Chabrol hoş bir şekilde. Örneğin doğumda çocukların karışma ihtimalinin konuşulduğu sahnede, karakterlerden biri “Tıpkı “Yaşam Uzun Sakin Bir ırmaktır” filminde olduğu gibi” diyor, Étienne Chatiliez’in 1988 tarihli ve Fransız yapımı “La Vie Est Un Long Fleuve Tranquille” adlı başarılı komedisine göndermede bulunarak. Bir başka sahnede ise Mika’nın, üvey oğluna hediye olarak aldığı iki filmin videosunu verdiğini görüyoruz: Fritz Lang’ın 1947 ABD yapımı “Secret Beyond the Door” (Kocasının kendisini öldürme planı yaptığından şüphelenen bir kadının hikâyesini anlatan ve modern bir Mavi Sakal hikâyesi olarak tanımlanan yapıt, gerilim dolu bir kara film örneğidir ve bizde “Leylaklar Açarken” adı ile gösterilmiştir) ve Jean Renoir’ın Georges Simenon’un aynı adlı romanından uyarladığı, 1932 tarihli ilginç suç filmi “La Nuit de Carrefour”. Bu iki film, kafası bir suç konusunda karışmaya başlayan bir genç adama verilecek en tekinsiz hediyeler arasına girebilir şüphesiz ve aynı zamanda da Chabrol’un hoş bir oyununun aracı oluyorlar.

“Kötülük yapmak konusunda çok becerikliyim… Ne kadar şiddetli olursa, o kadar güzel görünüyor” sözlerinin açık bir ifadesi olduğu gibi, bir kötülük öyküsü anlatan yapıtın çekiciliğini eski usûl denebilecek zehirleme öyküsü, seyirciyi merak içinde ve diken üstünde tutan gelişmeleri ve elbette Huppert’in varlığı yaratıyor temel olarak. Öykü boyunca otoriteyi temsil eden hiçbir karakteri görmüyor olmamızı, burjuvaların gerçek yaşamdan kopukluğu ve kibri ile ilişkilendirebileceğimiz filmin önemli bir kısmının geçtiği evin o tarihlerde İngiliz müzisyen David Bowie’ye ait olmasını ilginç bir not olarak ekleyelim ve sunulan bir sıcak çikolatayı içmeden önce kimin tarafından hazırlandığı ve sunulduğuna (“Bu evde çikolatayı ben hazırlarım”) dikkat etmek gerektiğini hatırlatalım.

(“Nightcap” – “Sıcak Çikolata”)

Au Coeur du Mensonge – Claude Chabrol (1999)

“Tanrı’ya şükür yalan diye bir şey var, aksi takdirde toplumsal yaşam bir cehenneme dönerdi”

Resim dersi verdiği küçük kız çocuğunun tecavüz edilerek öldürülmesinden sonra kuşkuların üzerinde toplandığı, suçlamalara karşı yanında duran karısının da bir başka erkeğe ilgi duyduğu bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Claude Chabrol ve Odile Barski’nin yazdığı, yönetmenliğini Chabrol’un yaptığı bir Fransız filmi. Berlin’de Altın Ayı için yarışan film özellikle baş karakterinin psikolojisini öne çıkaran hikâyesi ve suçlunun (hikâye ilerledikçe suçlulara dönüşüyor aslında bu sözcük) kimliği konusunda yaratmayı ve diri tutmayı başardığı merak duygusu ile ilgiyi hak eden bir suç yapıtı. Komiser karakterinin ikna ediciliği açısından pek de önemsiz olmayan bir problemi olsa da; görünüşte sakin ve hoş bir kasabada alttan alta kendisini hissettiren tedirgin atmosferi ve yalanların (ve sonuçlarının) toplumsal yaşamdaki yerini oyunlara hiç başvurmadan sade bir sinema dili ile anlatan Chabrol pek çok polisiyesinden biri olan bu yapıtı ile başarılı bir sonuç elde etmiş. Alanının usta ismi görüntü yönetmeni Eduardo Serra’nın hikâyeye natüralist bir hava kattığı filmde Jacques Gamblin ve Sandrine Bonnaire’in performansları da takdiri hak ediyor.

Filmin temelde aksayan iki noktası var: Komiser karakteri ve cinayetin çözülme şekli. Bir suç filmi için bu iki nokta doğal olarak hayli önemli ve o alanlarda yaşanacak problemler hikâyeye elbette olumsuz bir etki yapıyor. Filmin daha üst bir düzeye çıkamamasının nedeni de temel olarak bu sorun ama yine de düşünüleceğinin altında zarar görüyor hikâye bu durumdan. Komiser karakterindeki temel sorun, senaryonun onu şehirli (Paris’ten atanmış yöreye), güçlü ve dinamik bir kişi olarak çizmek yerine çekingen görünümlü bir ev kadını gibi göstermesi. Valeria Bruni Tedeschi karakterini senaryonun çizgilerine çok uygun ve doğru bir performansla canlandırıyor ama senaryonun aksaması onun performansının değerini ve gerçekçiliğini de azaltıyor. Cinayetin failinin ortaya çıkmasını sağlayan kişinin kimliği de bir parça hayal kırıklığı yaratıyor açıkçası. Olayların pek de içinde olmayan birinin ana delili keşfetmesinin bir parça kolaya kaçılmışlık havası yarattığını da kabul etmek gerekiyor. Bunlar önemsiz olmayan problemler ama yine de Chabrol iki baş oyuncusunun da katkısı ile, bu sorunları aşmayı başarıyor ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir sonuç elde ediyor.

İronik bir içeriği olan senaryoya eşlik eden ve yönetmenin oğlu Matthieu Chabrol’un imzasını taşıyan müzikler de bu ironiyi yansıtan ve gerilim duygusunu da besleyen farklı melodileri ile önemli bir katkı sağlamış filme. Yönetmenin sinemacı olan bir diğer oğlu Thomas Chabrol da eğlenceli bir adlî tıp uzmanı olarak bu ironi duygusuna sağlam bir destek sunan bir diğer unsuru oluyor filmin. Belki de filmin önemli başarılarından biri bu ironiyi hemen hep taşırken, sıkı bir suç filminde olması gerektiği gibi gerilimi ve merak duygusunu da hemen hiç ihmal etmemesi. Depresif bir ruh hâli olan ressam koca (eserleri ilgi görmeyen bir sanatçı ve Paris’teki -niteliği açıklanmayan- bir saldırıdan sonra aksayarak yürümek zorunda kalmış bu adam) ile canlı, hayat dolu bir hemşire olan karısı arasındaki ilişki oldukça iyi görünmesine karşılık, yolunda gidiyor görünen bu beraberlik iki tehditle karşı karşıya bu ironik öyküde. Kadının kocasının yılgınlığını taşımaktan yorulmaya başlaması ve yaşadıkları bölgeye her yıl tatil için gelen başarılı, popüler ve çapkın bir gazeteci ve yazarın kadınla flört çabası. Bu yazarın “sahte”liğini farklı örneklerle vurguluyor senaryo. Sözlerini kendisine aitmiş gibi kullandığı kişi Nazilerin ideolojisini benimseyen, Almanların Fransa’yı işgalini destekleyen ve savaştan sonra da intihar eden faşist bir yazar olan Pierre Drieu La Rochelle örneğin. Adamın, aynı anda zıt ideolojilerde yayın yapan gazetelerde yazmasını da onun kişiliksizliğinin bir doğal sonucu olarak gösteren senaryo, anlaşılan konuşmaları, eylemleri ve düşünceleri ile tam bir sevimsizlik örneği olarak görmemizi istemiş onu. Ressam koca ise her ne kadar “Kıskançlık duymak için önce hayranlık duymak gerekir. O herif bana kötü bir şaka gibi geliyor” dese de onun baskın gücü altında hissetmektedir kendisini.

Chabrol’un pek çok polisiyesi gibi hikâyesi Fransa’nın kuzeyinde geçen filmin çekimleri Britanny bölgesindeki Ille-et-Villaine’deki Saint-Malo adlı tarihî bir liman şehrinde gerçekleştirilmiş. Eduardo Serra’nın, yörenin doğal güzelliğini yakalayan ama özellikle de yakın plan yüz çekimleri ile bir gerginlik duygusuna ve sıkışmışlığa da işaret eden başarılı görüntüleri de önemli bir destek sağlıyor Chabrol’a. Küçük yerlerin dedikoduculuğunu da hikâyesinin parçası yapan film Serra’nın bu kamera çalışması ile yalan, güven ve kuşkuyu görsel olarak da hissettiren bir başarıya ulaşıyor. Yönetmenin yalın sineması seyrettiğimizin gerçekliği konusunda bizi ikna ederken; üçlü bir akşam yemeği veya yoğun siste denizde motorla yapılan yolculuk gibi anları ile de belli bir etkileyicilik yakalıyor.

Gazeteci/yazar rolünde Antoine de Caunes’nin sevimsiz bir karakteri tüm olumsuzluğu ile somut kıldığı filmin senaryosu sondaki “sürpriz itiraf” da dahil zaman zaman bir “radyo tiyatrosu”nun havasını hissettiriyor. Bu havanın nedeni filmin görsel yanı değil kesinlikle; aksine oldukça başarılı bu alanda Chabrol’un filmi. Seyrettiğimiz hikâyenin alçak gönüllü yapısı ve olayların hızlıca gelişmesi temel olarak bu hissi yaratan; ne var ki ortaya çıkan sonuç sinema açısından bir yetersizlik değil kesinlikle. Aksine insan ilişkileri ve mutlak güvenin gerekliliği (ve bu güven olduğunda da, onun yaratabileceği riskleri) ama özellikle de yalanın “vazgeçilmezliği” konusunda keyifle izlenebilecek bir film bu ve sadece Sandrine Bonnaire ve Jacques Gamblin’in deyim yerinde ise su gibi akan, en ufak bir zorlama içermeyen oyunculukları için bile görülmeyi hak ediyor.

(“The Color of Lies” – “Yalanların Rengi”)

L’Enfer – Claude Chabrol (1994)

“Bu kıskançlık beni öldürüyor, öldürüyor!”

Güzel bir gölün kıyısındaki otellerini kendileri işleten genç bir çiftin mutluluğunun, adamın paranoyaya dönüşen kıskançlığı yüzünden bozulmasının hikâyesi.

Henri-Georges Clouzot’nun Jean Ferry ve José-Andre Lacour’un katkıları ile yazdığı senaryodan yola çıkan Claude Chabrol’un yönettiği bir Fransa yapımı. Ünlü sinemacı Clouzot 1964’te, senaryosuna beyazperdede hayat verecek filmin çekimlerine Romy Schneider ve Serge Reggiani ile başlamış ama çıkan pek çok sorun (aşırı sıcak bir hava, yöredeki yapay gölü yetkililerin boşaltmaya karar vermesi, Reggiani’nin hastalanması ve son olarak da Clouzot’nun kalp krizi geçirmesi) nedeni ile 3 haftanın sonunda proje durdurulmuş. Chabrol bu senaryou 30 yıl sonraki bir dünyaya uyarlarken, öykünün gerilimini ve kıskançlığın yarattığı cehennemin sonuçlarını korumuş ama Clouzot’ya göre daha az stilize bir üslup benimseyerek, filmi kendisine ait kılmayı başarmış. Hikâyede bazı aksayan yönler var ama başroldeki Emmanuelle Béart ve François Cluzet’nin kolayca birer karikatüre dönüşebilecek karakterlerini tüm boyutları ile yaratmayı başardıkları film, adamın var olduğuna inandığı aldatmanın gerçekliği konusunda net bir tavır almayarak erkeklerin ikiyüzlülüklerinin ve sahiplenme güdülerinin birlikte oldukları kadınların eylem ve arzularından -çoğunlukla- bağımsız olduğunu söylemesi ile ilginç bir yapıt. Cennet gibi bir mekânda geçen bir cehennem hikâyesi anlatan film Chabrol’un tüm filmleri için rahatlıkla söylenebileceği gibi, ilgiyi hak eden bir çalışma.

Amerikan sinemasının, filmlerini tekrar çekmeyi sevdiği bir sinemacı Clouzot: 1943 tarihli “Le Corbeau”, Otto Preminger tarafından 1951’de “The 13th Letter” adı ile; 1953 tarihli “Le Salaire de La Peur”, William Friedkin tarafından 1977’de “Sorcerer” adı ile ve 1955 tarihli “Les Diaboliques”, Jeremiah S. Chechik yönetmenliğinde 1996’da “Diabolique” adı ile Hollywood tarafından yeniden çekildi. Chabrol ise başka bir yol seçmiş ve onun yarım kalan filmini, senaryosunu kendi zamanına, 30 yıl sonraya taşıyarak tekrar yaratmış. Fransa’nın güneyinde yer alan Revel ve Castelnaudary kasabalarında çekilen filmde Chabrol, gerek bu yörelerin gerekse hikâyenin kahramanlarının sahibi olduğu otelin kıyısında yer aldığı göl bölgesinin güzelliklerini “cennetten manzaralar” olarak kullanarak, filmin adı ile çekici bir tezat yaratmış. Görüntü çalışmasında imzası olan Bernard Zitzerman’ın dış çekimlerin tamamında ve iç çekimlerin hemen tümünde ışığı tüm parlaklığı ile kullanması ve bir tatil bölgesi olan yörenin yaz sıcaklığını hikâyenin parçası yapması ve bunların üzerine Emmanuelle Béart’ın karakterinin erotizmi çağrıştıran güzelliği bu cennet havasını daha da yukarı taşıyorlar. Oysa patolojik boyuttaki bir kıskançlığın neden olduğu bir ruhsal cehennem anlatıyor film ve ABD’de gösterildiği ismi ile söylersek, kendi yarattığı cehennemin işkencesi/eziyeti altında acı çeken ve çektiren bir karakteri odağına alıyor. Filmin kırmızı büyük harflerle yazılan adının cennet görüntülerinin üzerinde belirmesi ile başlayan bu zıtlık hikâyenin ikinci yarısında dozunu artırarak devam ediyor.

Yönetmenin oğlu olan Matthieu Chabrol’un (bir diğer oğlu olan Thomas Chabrol otelde çalışan ve hikâyenin kahramanının saplantılı kıskançlığının nedenlerinden biri olan Julien rolünde oynuyor) hazırladığı müzikler de cennette yaşanan cehennem zamanını destekleyen net bir içeriğe sahip. 15 yıldır biriktirdiği para, annesinin maddî desteği ve bankadan alınan yüklü bir kredi ile açabildiği otelinde çok sıkı çalışan adamın güzel karısı ve çocuğu ile kurduğu mutlu yuvasını yıkıma götüren düşünce ve eylemlerinin nedeni ise o denli net değil. Adamın iş stresi ve yükü de bu yıkımda bir neden midir örneğin, çok anlaşılmıyor açıkçası. Kadının çekiciliğinin (Emmanuelle Béart söz konusu olunca, yeterli bir kelime değil aslında çekicilik!) zaman zaman adamın bakış açısından bağımsız olarak gösterilmesi de kafa karıştırıyor aslında. Örneğin daha açılışta, kadının kısa ve sıyrılan eteğinin adam için değil de, adeta bizim için sergilenmesi bu belirsizliğinin artmasına yol açıyor. Adamın eşinin sadakati konusundaki düşüncelerinin doğruluğu/yanlışlığı konusunda senaryonun -bir iki paranoyanın yanlışlığını gösterse bile- kesin bir tavır almaması ise doğru bir seçim; çünkü böylece tüm hikâyeyi “erkeklerin sahiplenici eril bakışı” üzerinden okumayı doğruluyor bu yaklaşım. Senaryonun yeterince izah edemediği bir başka konu da neredeyse yıllara yayılan bir problemin çözümü için, karakterlerimizin samimiyetlerinin de olduğu doktora başvurulmaması. Benzer şekilde kadının cehenneme neden katlandığı konusunda da, “daha iyi bir seçeneğinin olmaması” gerektiği kadar güçlü bir açıklama değil.

Oldukça güçlü sahneleri var filmin; örneğin büyük bir kuşku ile karısının peşine takılan adamın, önce bu kuşkularının yanlışlandığını düşünerek rahatlaması ama hemen ardından daha dehşetli bir şekilde aynı duygunun egemenliği altına girmesi veya yine onun, gölde su kayağı yapan karısını kıyıdan koşarak takip ederek içine düştüğü zavallı acizlik oldukça güçlü katkılar sağlıyorlar filme. Chabrol’un klasik sinema diline genellikle yakın duran anlayışı birkaç sahnedeki ufak kamera oyunları dışında, kendi içinde hep belli bir tutarlılığın oluşmasını sağlıyor ve Clouzot’nun filmini çekemediği dönemin, 1960’ların ve klasik Fransız sinemasının tadını getiriyor yapıta. Soundtrack için Guy Béart’ın 1957 tarihli ve “Les Couleurs du Temps” adlı şarkısının seçilmiş olması da destekliyor bu havayı.

Emmanuelle Béart ve François Cluzet ilk görünüşün aksine, aslında hayli zor olan rollerinin altından başarı ile kalkmışlar ve inandırıcılıklarını kolayca yitirebilecek karakterlerini ve hikâyeyi gerçek kılmışlar. Her iki oyuncunun da adamın “hayal ettiği” veya erkeğin kıskançlığın pençesinde kıvrandığı sahneler ile diğer sahneler arasında değişen tonlamaları olan performanslar sunmaları çok doğru bir tercih olmuş. İngiliz filozof William Penn’e atfedilen “Kıskanç, başkalarının canını sıkar ama kendisine işkence eder” sözünü doğrulayan hikâyesi ile ilgiyi hak eden yapıt, öte yandan Clouzot filmini çekebilseydi ne olurdu diye de düşündürüyor bizi. Sonuçta bir sanatçının talihsizliği, ona saygı duyan bir değerinin üretimine araç olmuş ve bize de zaman zaman, filmlerinin hikâyeleri nedeni ile, “mizantrop” olarak tanımlanan Clouzot’un insan doğasının karmaşıklığını gösteren hikâyesinden yola çıkan bu filmi görmek düşüyor.

(“Torment” – “Cehennem”)

2011 Festival Notları 6

Chung Hing Sam Lam – Wong Kar Wai : Modern sinemanın tartışılmaz ustalarından biri olan yönetmen sadece “Aşk Zamanı” ile zaten görüp görebileceğimiz en iyi filmlerden birini yapmış bir sanatçı. Onun bu başyapıtından önceki ve sonraki tüm filmleri de o has sinemanın tadını taşıyan benzersiz örneklerinden. Yönetmenin stilize üslubunu sergilediği örneklerden biri olan filmde Tony Leung yine muhteşem. Hüzün ve komedi iç içe yine. Kamerasını hızlandırıyor, sabitliyor, yavaşlatıyor, oyuncularını serbest bırakmış gibi görünüyor yönetmen ve sinemanın farklı yolların peşinde olan örneklerine kendi adına bir ilave daha yapıyor. Kaçırılmaması gereken bir tecrübe.
(“Chungking Express” – “Chungking Ekspresi”)

The Mill and The Cross – Lech Majewski : Deneysel bir çalışma. Resim sanatının düşkünlerinin daha da büyük keyif alacağı filmde Bruegel’in “Haçı Taşıyan İsa” tablosu canlandırılıyor. Resimdeki karakterlerden seçilenler kendi küçük hikâyeleri ile bu görsel ve artistik denemenin kahramanları oluyor. Film sanatçının kendisini resmi yapım sürecinin parçası olarak karşımıza getiriyor ve sanatçının algısı, etrafında gördüklerinin kendisini etkilemesi ve sanatın hayatın sanatçının filtresinden geçmiş yansıması olması üzerine çok şey söylüyor. Görkemli bir teknik deneme ve ancak tutku ve sabır ile yapılabilecek bir çalışma. Sanatçının elini kaldırması ile tablodaki hareketin durması ve oluşan sessizlik tüyler ürpertici. Sanatın bir dalının diğerine verdiği ilhamın cesaret ve yaratıcılık içeren sonucu.
(“Değirmen ve Haç”)

Une Affaire de Femmes – Claude Chabrol : İkiyüzlülük, muhafazakârlık ve iktidarlarını yönettiklerine ibret olsun mantığı ile aldıkları kararlar üzerine oturtan güçlere bir eleştiri. Chabrol kolay olanı yapmayıp kahramanını kolayca özdeşleşilebilecek karakterlerden seçmiyor ve eleştirisini bu nötr konumu ile daha da güçlü kılıyor. Olağanüstü bir Isabelle Hupert adaletin iktidarlar tarafından mesaj verme aracı olarak kullanılmasının bu çarpıcı hikâyesini çok daha etkileyici kılıyor.
(“Story of Women” – “Bir Kadın Meselesi”)

The House of Mirth – Terence Davies : Nedense Terence Davies’den kostümlü bir dönem filmi fikri garip gelmişti bana. Hikâyesi ilerledikçe sizi gittikçe içine almaya başlayan filmlerden biri bu ve hikâyenin gerektirdiği inceliği, hassasiyeti ve –tüm o kostümlere rağmen- sadeliği ustalıkla kullanmış yönetmen. Kadının toplumdaki konumu ve bireyselliğin kadınlardan esirgenmesi üzerine inceliklerle dokunmuş bir manifesto. Duyguların bazıları için katı çizgilerle sınırlandığı, bir topluluğun parçası olabilmenin bireye dayatılan koşullara bağlı olduğu ve o topluluktan dışlanmanın kolay olduğu bir dönemin dürüstçe sergilendiği film melodrama kayan havasını bile bir avantaja dönüştüren çalışmalardan.
(“Keyif Evi”)