The Last Tycoon – Elia Kazan (1976)

“Senaristlerden daha zeki olduğumu düşünmüyorum; sadece onların beyinlerinin sahibi olduğumu ve bu beyinleri nasıl kullanacağımı bildiğimi düşünüyorum”

Hollywood’un stüdyo sisteminin inişe geçmesinin hemen öncesinde parlak bir genç yapımcının hikâyesi.

F. Scott Fitzgerald’ın tamamlayamadan öldüğü ve daha sonra eleştirmen ve arkadaşı Edmund Wilson tarafından yayına hazırlanan romanından yapılan bir uyarlama. Amerikan sinemasına büyük stüdyoların hükmettiği dönemde harika çocuk olarak tanımlanan bir yapımcıyı anlatan film, bu sinemanın usta isimlerinden Elia Kazan’ın da son filmi olmuş. Kamera arkasında ve önündeki parlak kadro ve Fitzgerald’ın büyüsüne rağmen film ne yazarın atmosferini perdeye yeterince taşıyabiliyor ne de kendi başına yeterince çekici bir film olabiliyor. Kazan’ın durgun yönetimi filmin akıcılığını da olumsuz yönde etkilemiş görünüyor.

“The Great Gatsby” romanında olduğu gibi burada da yalnız, güçlü ve gizemli bir adam baş karakterimiz ve o romanda geçmişteki bir aşkın peşinde iken burada geçmişteki bir aşkı hatırlatan bir yeni aşkın tutkusuna kapılıyor. Her iki aşkın da akıbeti aynı oluyor bir bakıma ve kahramanımız ilkinde hayatını kaybederken burada gücünü kaybetmiş bir şekilde (ve belki hayatını da kaybetmek üzere) koca bir kapının arkasında kayboluyor. Anlaşılan Fitzgerald romanları sinemaya hakkı ile uyarlanamayacak hiçbir zaman; ne “The Great Gatsby” ne de “The Last Tycoon” romanların yarattığı duyguya yaklaşabildi ve ne de bu romanlardan bağımsız sinemasal olarak yeterli bir güce sahip olabildi bu fimler. Filmdeki tutkunun ne oluşumu ne de sondaki hüzne dönüşümü hak ettiği bir sinema dili ile ulaşabiliyor seyirciye. Üstelik Robert De Niro’nun her türlü gösterişten uzak incelikli oyununa rağmen başarılamayan bir şey bu. Hollywood’un efsane genç yapımcılarından biri olan ve Amerikan sinema endüstrisinde bugün bile izlenen pek çok yapım yönteminin yaratıcısı olarak bilinen Irvin Thalberg’in hayatından esinlenen karakterini, Robert De Niro özellikle stüdyodaki günlük hayatı ustalıklı bir şekilde yönettiği ve senaristlerle ve sorunlu yıldızlarla uğraştığı sahnelerde ustalıkla canlandırıyor. Kimi anlarda ise onun da performansı filmin tümüne paralel olarak düşüyor sanki.

Filmin yıldız isimleri sadece Robert De Niro ve Elia Kazan ile sınırlı değil. Senaryoyu yazan usta İngiliz yazar Harold Pinter ve müzikler Maurice Jarre imzasını taşıyor. De Niro’ya eşlik eden oyuncu kadrosunda ise Tony Curtis’den Robert Mitchum’a, Jeanne Moreau’dan Ray Milland’a ve Donald Pleasence’den Jack Nicholson’a hayli ünlü isimler var ama herhangi biri, biraz da ilginç bir biçimde, özel bir oyunculuk gösterisi sergilemiyor film boyunca. Baş karakterimizin tukusunun nesnesini canlandıran Ingrid Boulting ise karakterinin gizemini ve trajedisini sadece fısıltı ile konuşarak aktarmayı yeterli görmüş olacak ki bu zengin oyuncu kadrosunun iyice gerisinde kalıyor performansı açısından. Son filminde sinema dünyasını ve bu dünyanın değişmekte olan yüzünü (anlatılan dönem stüdyo sisteminin artık kaybolmaya yüz tuttuğu ve sinemanın finansçıların ve bankacıların eline geçmeye başladığı bir dönem) anlatan Elia Kazan’ın sinemasının eski gücünden uzak olduğu bu çalışmada kimi politik unsurlar da dikkat çekiyor. Jack Nicholson’ın canlandırdığı komünist senarist ve yapım şirketinin yöneticilerinin komünizmden nefretleri hikâyede kimi ilginç diyalogların da yer almasını sağlamış. Irvin Thalberg’in de faşizm ve ondan da fazla komünizmden nefreti düşünüldüğünde hikâyenin bu politik yanları bir gerçekliği aktarıyor şüphesiz ama film Jack Nicholson karakteri üzerinden herhangi bir olumsuz imada bulunmuyor grev tehdidi yapan ve sendikalaşma faaliyetleri olan senaristlere. Hollywood senaristlerinin 1988’de ve daha sonra 2007-2008 arasındaki grevleri de düşünülürse yapımcıların başı hep derttle olmuş bu yazarlarla anlaşılan.

Kazan’ın bu durgun ve yeterince sarmayan filmini seyre en değer kılan De Niro’nun oyunu olmuş özet olarak. Romandan da kaynaklanan bir şekilde derli toplu bir hikâye içermemesi ile ve sonunun eksik kaldığı hissini yaratması ile de dikkat çekiyor. Yine de De Niro’un oyununa yine onun sahildeki yapım aşamasındaki evde geçen sahnelere kattığı romantizmi ekleyince görülebilir bir çalışma denebilir “The Last Tycoon” için. Bittikten sonra baş karakterimizin tutkusunun ve melankolisinin görsel karşılığını yeterince üretemediği için üzüleceğiniz bir film.

(“Son Patron”)

On the Waterfront – Elia Kazan (1954)

“Hayatım boyunca doklarda çalıştım ve öğrendiğim tek şey var: Soru sorma ve sorulara cevap verme”

Doklardaki sendikaların yöneticilerinin tahakkümü ve yozlaşma ile mücadele eden bir adamın hikâyesi.

Sinemanın ustalarından Elia Kazan’dan gerçek bir Amerikan sineması klasiği. Oyunculukları, yönetimi, hikâyesini anlatım biçimi, kurgusu ve işte bir film hangi alanlarda değerlendirilebilir ise onların tümünde sınıfı parlak notlarla geçen bir başyapıt. Yönetmenin kişisel geçmişinde 1952 yılında Amerika Aleyhtarı Faaliyetleri Araştırma Komitesi’nde sinema sektöründe çalışan ve bir kısmı arkadaşı da olan ve komünist organizasyonlarla bağlantısı olan sekiz kişinin ismini vermesi gibi bir kara leke var. Her ne kadar kendince bunun çeşitli gerekçelerini sunsa da sonuçta kendi sinema kariyerini sürdürebilmek için verdiği bir çirkin tavizdi bu ve bu kara leke onun sanat dünyasında tüm hayatı boyunca bir kesim tarafından hep dışlanmasına neden oldu. Onu dışlayan ve sürekli eleştiren isimlerden biri ünlü oyun yazarı Arthur Miller idi ve işte bu filmin de Elia Kazan’ın onun “The Crucible – Cadı Kazanı” oyununa bir cevabı olduğu söylendi kimilerince. Açık bir ifade ile muhbir olmakla suçlanan Elia Kazan bu filmde de ilginç bir biçimde bir yozlaşma ve mafya örgütü haline gelen bir sendikanın baskısı karşısında konuşmayı tercih eden ve arkadaşlarınca muhbir olarak suçlanan bir adamın hikâyesini ele alarak kendi geçmişi ile ister istemez bağlantı kurulmasına neden oluyor ve belki de bir kendini temize çıkarma, açıklama aracı olarak kullanıyor filmi. Bu arada filmin hikâyesinin the New York Sun gazetesinde yayınlanıp Pulitzer ödülü kazanan ve gerçek olayları anlatan makalelere dayandığını, yapımcıların çekime başlamadan önce sendikaların tepkisini almamak için gangsterleri komünist olarak göstermek istediklerini ve ilk senaryoyu yazan Miller’ın da bu nedenle filmden çekildiğini belirtmekte fayda var. Daha da ilginci, çekilen senaryoyu yazan ismin de tıpkı Kazan gibi komitede muhbirlik yapan bir başka isim olan Budd Schulberg olması. Çok çetrefilli bir konu kısacası bu kamera arkası hikâyeleri ama sonuçta tüm bunlar filmin bir başyapıt olduğu gerçeğini örtmemeli.

İlk sinema filminde Eva Marie Saint, rahip rolünde Karl Malden ve örgütün lideri rolünde Lee J. Cobb çok parlak oyunculuklar veriyorlar ama filmin iki asıl yıldızı var. Rod Steiger bir yardımcı rolün nasıl bir filmin temel taşlarından biri olabileceğini parmak ısırtacak bir güzellikte gösteriyor ve sinema tarihine geçen ve Marlon Brando ile araba içinde konuştukları o olağanüstü sahnede has bir oyunculuğun nasıl bir yaratıcılık gösterisi olabileceğini ispatlıyor. Ve elbette tek ve ölümsüz Brando; bu filmdeki oyunculuğunun gücünü, seyredene verdiği keyfi ve bir gerçek ana tanıklık etmenin o tedirgin eden güzelliğini anlatacak kelime bulmak mümkün değil sanırım. Göründüğü her sahneye damgasını vuran bir vücut dili, gerçekçiliğin gidilebilecek en uç noktasına kadar gitmiş gibi görünen mimikleri, hiç aksamayan doğallığı ile her bir sahnede bazen bir ufak el hareketi veya bir derin bakış ile, bazen sessiz bazen gürültülü bir biçimde ama hemen her zaman varlığını hissettirmesi filmin içine sizi öyle bir çekiyor ki sıyrılmanız mümkün değil. Canlandırdığı kahramanın hikâye içinde aslında bir sürünün parçası olmaya dönüşen ama kibar olmak gerekirse sessiz çoğunluk diye adlandıracağımız gruptan bağımsız davranışları onun oyunculuğunda tekrar tekrar yaratılıyor sanki. Özetle sanatın güzelliği karşısında ağlama hissi duyabileceğiniz o benzersiz anları yaratıyor film boyunca. Bu beş oyuncunun da Elia Kazan’ın da kurucularından biri olduğu Actor’s Studio’da çalıştıklarını ve orada Stanislavski’nin oyunculuk yöntemleri üzerine kurulu “Metod Oyunculuğu” derslerini aldıklarını belirtmekte yarar var.

Leonard Bersntein müzikal olmayan bir filme yaptığı tek müzik çalışmasını bu film için gerçekleştirmiş ve bence bir parça fazla kendini öne çıkaran ve filmin atmosferini bazen ezen ama kendi başına değerlendirilirse başarılı bir iş çıkarmış. Kurgu ise tek kelime ile harika ve sanki seyrettiğimizin kurguda hiç müdahele görmemiş çekimlermiş havası yaratmasını sağlıyor. Yönetmen Kazan bu başyapıtında artık klasik olmanın ötesine geçen sahneler yaratmış. Örneğin yukarıda da bahsettiğim Brando ile Stegier’in arabanın içinde konuştukları ve hikâyenin akışını, sonraki gelişmeleri dramatik biçimde etkileyen sahne, Saint ile Brando arasında geçen ve sonu dans ile biten sahne ve Brando’nun Saint’e itiraf sahnesindeki yakın plan yüz çekimleri sinema derslerine konu olan anlardan sadece birkaçı. Siyah beyaz görüntülerini çarpıcı ama asla yapay olmayan kontrastlarla kullanan film bir zamanlar yönetmenlerin ses veya görüntü efektlerini değil bir hikâye anlatma derdi ile oyuncuları yönettiğini hatırlatarak sinemanın bugünü için üzüntü duymanıza neden olacaktır. Günümüz ana akım sineması hikâyesine saygı duyan ve becerisini onun hizmetine veren isimlerin eksikliğini çekiyor maalesef.

“Seyreden ve itaat eden çoğunluk” olgusunun karşısına mücadele etmeyi koyan, “halkın gücünü” savunan bir film bu çalışma bir yandan da. Her türlü tahakküme ve sömürüye karşı birlikte hareket etmenin, direnmenin tarafını tutan bir film ama bir yandan da bir “cesur yüreğe” her zaman ihtiyaç olduğunu söylüyor. Has bir sinemacının elinden çıkan, has bir film. Klasik, keyifli ve olağanüstü.

(“Rıhtımlar Üzerinde”)