A Quiet Place – John Krasinski (2018)

“Onları koruyamıyorsak, kimiz biz? Onları korumalısın. Bana söz ver, onları koruyacaksın”

Sese karşı olağanüstü bir duyarlılıkları olan uzaylı yaratıklardan korunmak için tam bir sessizlik içinde yaşamak zorunda olan bir ailenin hikâyesi.

2018 yılında özellikle ABD’de eleştirmenler ve seyircilerin büyük bir ilgi gösterdiği, senaryosunu Bryan Woods, Scott Beck ve John Krasinski’nin yazdığı ve yönetmenliğini Krasinski’nin üstlendiği bir ABD yapımı. Bir meteorun düşmesi ile birlikte dünyaya geldiğini görüntüye gelen bir gazete kupüründen anladığımız korkunç yaratıkların en ufak bir sesi çıkaranları ortadan kaldırdığı bir dünyada bir bireyleri bu yaratıkların kurbanı olan dört kişilik bir ailenin macerasını izliyoruz filmde. Rahatsız edici düzeye çıkan sahneleri ile hem olumlu hem olumsuz puan alan film hikâyesini ilgi ve gerilim ile izletmeyi başaran, gerilmini temel olarak “ailenin akıbeti” üzerine kuran ve bu bağlamda bir “kutsal aile” hikâyesi olarak da nitelenebilecek bir çalışma. Konusu gereği bazı inandırıcılık problemleri de olan film kusurların rağmen son dönemin öne çıkan korku ve bilim kurgu örneklerinden biri olarak, izlenmeyi hak ediyor.

Karakterlerin hemen tamamında sadece işaret dili ile konuştuğu filmin senaryosunun ilk halinde seslendirilen sadece tek bir diyalog varmış ama sonradan filmin ortalama seyirci için fazla “sessiz” olabileceği gerekçesi ile yapılan değişiklikle 25’e çıkartılmış bu sayı. Dolayısı ile filmin başarısı oyuncularının performansına ve görsel düzeyine ortalama bir filme göre çok daha fazla bağımlı olmuş. Bu açıdan değerlendirildiğinde ise filmin ortalamanın üzerine çıktığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Yönetmenliği üstlenen, senaryoya katılan ve babayı da canlandıran John Krasinski’nin rolünün hakkını verdiği filmde anneyi canlandıran Emily Blunt ile ailenin en büyük çocuğunu oynayan ve karakteri gibi gerçek hayatta da sağır olan Millicent Simmonds’ın performansları ise dört dörtlük. Blunt gerçek hayatta da eşi olan Krasinski’nin de payı olan senaryonunun onu içine attığı hayli zor sahnelerin (bu sahnelerin birinde oyuncu kendi kendine doğum yaparken aynı anda bir yaratıkla da mücadele etmek zorunda kalıyor örneğin!) altından çarpıcı bir başarı ile kalkıyor. Oyuncunun başarısı olmasa, bu zor sahnelerin rahatsız ediciliği çok daha üst bir boyuta ulaşabilirmiş açıkçası. Millicent Simmonds ise karakterinin kırılganlığını ve isyankârlığını oldukça etkileyici bir biçimde canlandırıyor ve filme önemli bir katkı sağlıyor.

Film 89. günde -yaratıkların dünyaya gelişinin 89. Günü- hayli trajik bir sahne ile başlıyor ve sorular sordurmayı ve merak uyandırmayı başaran bu girişten sonra 472. günden itibaren anlatmaya başlıyor asıl hikâyesini. Açılış sahnesindeki gerilimi ve gizemi hemen tüm hikâyesi boyunca koruduğunu söyleyebiliriz filmin ve tüm aksiyonunu karakterlerinin -insan olanlarının- sessizliğini kullanarak anlatmayı becermesini de ekleyebiliriz buna. Bu da kolay bir başarı olmasa gerek; evet, tam da bu sessizlikle ilgili bazı inandırıcılık problemleri var filmin ama yine de Kasinski bir yönetmen olarak ortaya kayıtsız kalınamayacak bir sonuç koymayı başarmış. 2020’de başlayıp, 2021’de devam eden bu yakın gelecek distopyası hikâyesinin, seyircinin ilgisini hep üzerinde tutmayı başarmasını da senaryo kadar Kasinski’nin görsel başarısına da bağlamak ve yönetmenlik kariyerine iki komedi ile başlayan oyuncunun o filmlerin hafif havasına tamamen zıt bir yönde duran bu korku ve bilim kurgu filminin gerilimini bize taşımakta aksamadığını söylemek gerekiyor.

2020’de gösterime girecek bir devam hikâyesi çekilmekte olan filmin “ailenin kutsallığı” üzerinden değerlendirebileceğimiz muhafazakârlığı üzerinde de biraz durmak gerekiyor. Yemek öncesi edilen dua, ailenin tüm bireylerinin sürekli olarak birbirlerini ve bir kurum olarak aileyi koruma çabaları, etrafta tek bir sahne dışında başka tek bir insan olmaması nedeni ile bu çekirdek ailenin nerede ise insanlığın geleceğinin tek umudu olması, babanın -hikâye doğal kılsa da- tam bir klasik baba figürü olması ve annenin -yine hikâye doğal kılsa da ve finalde kendisine farklı bir rol yüklese de- hamileliği ile nedeni ile nispeten zayıf olması gibi farklı unsurların desteklediği bir muhafazakârlık bu. Burada ailenin soyadı olan Abbott’a da dikkat çekmek gerekiyor. Hristiyanlıkta bazı manastırların başındaki erkek rahibe verilen bir isim bu ve tıpkı filmdeki gibi bu “Abbott”lar dış dünyadan soyutlanmış bir hayat süren, kendi kendilerine yeterli kapalı bir dünyaları ve manastırlarının bazılarında “sessiz” bir hayatları olan ve bu yüzden örneğin ses çıkarmaması için ayakkabı giymeyen kişiler. Bu ismin seçilmiş olması elbette hikâyenin içeriği açısından çok uygun bir tercih ama öte yandan bir dinsel gönderme içerdiğini de söylemek gerekiyor. Bu içeriğin tam karşı yönünde yorumlanabilecek bir bakışla da ele alınabilir film bir yandan da; hikâye aslında bir bakıma “sessizlik içinde yaşamaya zorlananların” mücadelesi olarak da görülebilir. Hikâyeyi yaşadıkları çevrede, toplumda ve ülkede baskı altında olan ve en ufak bir direniş hareketinde ezilen ve yok edilen bireylerin ve grupların hikâyesi olarak değerlendirip, seyrettiğimizi de onların bu baskının kaynağına karşı mücadelesi olarak görmeye uygun bu film ve açıkçası kişisel olarak bu bakışı tercih ediyorum, senaristlerin böyle bir niyetleri olup olmamasından bağımsız olarak. Sonuçta yaratıklarla baş etmek için keşfedilen yolun “ses çıkarmak” olduğunu düşünürsek, bu yönde bir okuma direnişçi içeriği ile oldukça ilerici çünkü.

Zaman zaman alışıldık biçim ve içeriklere bürünse de etkileyici sahneleri (sessiz çığlık sahneleri gibi) olan filmde ailenin bir çocuk sahibi daha olmaya karar vermesi hikâyenin inandırıcılık açısından en problemli yanlarından biri. “Kaybettiklerinin yerine“ düşünmüş olabilirler bunu ama içinde bulundukları koşullarda, doğum anının ve doğacak bebeğin kaçınılmaz sesinin yaratacağı riski göze almaları pek gerçekçi değil ve ancak yine filmin aile güzellemesi olması üzerinden açıklanabilir. Ailenin onca zaman yaratıkların ses duyarlılığına takılmadan yaşayabilmesi gibi önemli bir soru işareti de barındıran bu “fedakârlık ve sevgi” filmi, baş karakterlerden birinin yüzündeki güçlü ve emin ifade ile sona erse de bir devam hikâyesine açık bir kapı bırakan bir finale sahip. “Alien – Yaratık” filmini çağrıştırsa da yaratığın tasarımının, çarpıcı ses kurgusunun ve Marco Beltrami’nin hikâyeye müthiş bir destek sağlayan ve kendisi de bir gerilim unsuru olmayı başaran müzik çalışmasının da takdiri hak ettiği film farklı okumalara ve bu nedenle eleştiri ve övgülere açık içeriği ile ilgi çekmeye aday, görmeye değer bir çalışma kesinlikle. Sonuçta aynı anda hem korumacılığı ve otoriteyi hem de bunlara isyanı iyi anlatan (ve öven), belki de yorumu seyirciye bırakan ilginç bir film bu.

(“Sessiz Bir Yer”)

(Visited 131 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir