Ali’nin Sekiz Günü – Cemal Şan (2009)

“Ben kör oldum ışığınla, seninle… Seninle ben kör oldum”

Kendi halinde ve yalnız bir adamın mahallesine taşınan bir genç kıza duyduğu karşılıksız tutkusunun hikâyesi.

Cemal Şan’ın “Zeynep’in Sekiz Günü” ile başlayıp “Dilber’in Sekiz Günü” ile devam eden üçlemesinin son filmi. Yönetmenin ifadesi ile aşk üzerine bir üçlemenin parçası olan bu filmlerden ilki kalbi, ikincisi ruhu ve bu üçüncüsü ise aklı temsil ediyor. Hayli kısa sürede ve düşük bir bütçe ile çekilen filmin anlaşılabilir ve aslında hikâyeye de uygun bir minimalist havası var ama aşırı tekrarları ile yoran kayan kamera hareketleri ve sessizlik anları, ve amacını unutturacak denli bir absürt havaya ulaşan uzun bir diyalog sahnesi ile hedeflediği etkiye ulaşmakta yetersiz kalıyor.

Kahramanımızın bakkalına gelen bir adamın dakikalarca süren monologu sanki senaryoyu da yazan yönetmenin kafasındaki her şeyi içine boca ettiği bir yalnızlık ve anlaşılmamak tiradı. Ali’den tutkuyla bağlandığı kıza ve bu tiradın sahibi adama herkesin ağladığı filmde bu uzun monolog maalesef etkileyici olmanın hayli uzağına ve ille de bir isim koymak gerekirse garipliğin içine düşüyor. Kahramanımızın belki de “kendisi veya kendi geleceği” ile yüzleştiğini anlatmayı hedefleyen bu sahne mizanseni, oyunculuğu ve genel olarak tüm öğeleri ile bir edebi metnin içinde belki yadırganmayabilecek cümleleri sinemalaştırmakta hayli yetersiz kalmış görünüyor. Öyle ki Serdar Orçin’in filmin en büyük artısı olan çok başarılı oyunculuğu ile şaşkınlık ve korku içinde izlemesi gibi seyirci de bu adama garip bir anı izler gibi yaklaşacaktır muhtemelen. Yönetmenin sık sık başvurduğu küçük bakkal dükkanının içindeki kaydırma hareketleri o küçük mekanda bile Ali’nin koca yalnızlığını vurgulama becerisine sahip ve doğru bir tercih ama sürekli tekrarlanan bu hareket hem bu tercihi rutinleştiriyor hem de bir süre sonra seyredende “yine mi!” tepkisini doğurmaya aday.

Zaman zaman görüntüye gelen Hasan Ali Toptaş’ın kitabının filmin kahramanı ile bir ilişkisini kurmak zor ve Türk edebiyatının geç keşfedilen bu postmodern yazarı ile Haliç’teki pelikan imgesi gibi fantastik anları ilişkilendirmek de pek mümkün görünmüyor. Senaryonun bir başkasına tutku ile bağlanmış bir genç kıza tutku ile bağlanmış bir yalnız adamın hikâyesi olarak da kimi eksiklikleri var. “Uzaktan bakınca her şey daha detaylı görünür” cümlesindeki gibi yanlış kelimeler ile kurulmuş kimi cümlelerin de örneği olduğu ve bir zamanlar “entel” Türk sinemasında hayli yaygın olan felsefi cümleler kurma hastalığının izlerini taşıyan bir senaryonun filmin asıl odaklanması gereken noktaya, basit ve keskin bir gerçekçiliğe, ciddi bir zarar verdiği çok açık. Ali’ye hayatını kesintisiz bir çekimle anlatan kızın sahnesi “Masumiyet” filminde Haluk Bilginer’in piknikteki uzun konuşmasından hayli ilham almış olduğunu ama hem oyunculuk açısından hem de söylenen sözler açısından onun epey gerisinde kaldığını söylemek gerek. Ufuk Bayraktar’ın artık sadece o düşünülerek yazılmış gibi görünen ve defarlarca tekrarlamak zorunda kaldığı bir rolde aksamadığını söylemek mümkün ama filmin asıl yıldızı elbette Serdar Orçin. Sustuğu anlarda, boşluğa daldığında, korktuğunda, kırıldığında veya hayret ettiğinde seyirciyi kendi yanına çekmeyi başarıyor ve öyle ki filmin sonunda onun sokakta katıla katıla ağlamasına bırakın duyarsız kalmayı eşlik etmemek bile katı bir yürek gerektiriyor.

İstanbul’un geçmişin izlerini hayli tahrip olmuş bir şekilde taşıyan arka sokaklarında geçen sahneleri ile kimi zaman etkileyici bir görselliğe ulaşan filmin müziği de dikkat çekiyor ama senaryodaki aksamalar, genç kız ve onun sevip sevip terkeden maço sevgilisi gibi klişelere yaklaşan karakterleri veya televizyon dizilerinin alamet-i farikası olan sahne geçişlerinde İstanbul görüntülerini araya sokmak gibi tercihleri ile iyi niyetli ama hedefine uzak düşen bir çalışma. Bol aksiyon az düşünce modasına inat ve eğlendirme ve vakit geçirme amaçlı yüzeyselliklere inat bir sinema eseri yaratma düşüncesi tartışılmaz bir şekilde desteklenmesi gereken bir yaklaşım elbette ama bunun için yola çıkıldığında ulaşılan noktanın da tüm ayrılmaz öğeleri ile sinemasal bir güce sahip olması gerekiyor ki filmin zayıf noktası da burası. Yine de yitirdiğimiz değerleri, etrafımızı saran kötülükleri, acımasızlıkları ve yalnızlıkları anlatan bir filmi görmekte yarar var.

(Visited 436 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir