Arrival – Denis Villeneuve (2016)

“Yolculuğu ve sonunun nereye varacağını bilmeme rağmen… kucaklıyorum bu yolculuğu… ve onun her anını içtenlikle karşılıyorum”

Aynı anda dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkan on iki uzay aracının içindekilerle temas kurması için bir fizikçi ile birlikte seçilen dilbilimci bir kadının hikâyesi.

Çin asıllı Amerikalı bilim kurgu yazarı Ted Chiang’ın 1998 tarihli “Story of Your Life” adlı kısa öyküsünden sinemaya uyarlanan, senaryosunu Eric Heisserer’in yazdığı ve yönetmenliğini Denis Villeneuve’ün üstlendiği A.B.D yapımı bir film. “En İyi Film” dahil sekiz dalda Oscar’a aday olan ve “Ses Kurgusu” dalında bu ödülü kazanan film başka pek çok ödüle daha aday oldu ve kazandı. Zamanın doğrusal olmadığı bir hikâyesi olan film, dünyalılar ile “uzaylılar” arasındaki iletişim yöntemini ve iletişimin temel araçlarından biri olan “dil” kavramını odağına alması ile ilgi toplayan, dünyayı yönetenler ile bilim adamlarının olaylara yaklaşımındaki farklılığı öne çıkaran ve yalın ve etkileyici tasarımları ile başarılı bir çalışma. Hemen hiç aksiyon sahnesine yer vermemesi ile belki kimilerinin beklentisini karşılayamayabilir ve senaryo kimi problemli yaklaşımlara sahip olabilir ama yine de görülmesi gerekli ve keyifli bir çalışma bu. Evrende yalnız olup olmadığımız ve uzaylıların dost mu düşman mı olduğu sorularına cevapları olan film, gürültüsüz bir bilim kurgu yapılabileceğinin ve bunun etkileyici de olabileceğinin iyi örneklerinden biri.

Zamanın doğrusal olmaması, doğru bir hikâye ve becerikli bir yönetmenlik ile gerçekten etkileyici sonuçlar verebilen bir tema. Milcho Manchevski’nin 1994 yapımı “Pred Doždot – Yağmurdan Önce” adlı filmi bunlardan biriydi ve Balkanlar’da geçen hikâyesi ile bölgenin ezelî ve ebedî karmaşası ve trajedisini başarılı bir yönetmenlik ile anlatırken, sinemanın yüz akı örneklerinden biri olmuştu. Bu filmde de,açılış ile birlikte bize anlatıldığı gibi, kişisel bir trajedisi olan kadının bir yandan geçmişten bize yansıyan anlarına tanık olurken, diğer yandan onun -dünya bir felakete (uzaylılarla savaşmak gibi) uğramadan- uzaylılar ile iletişim kurma çabasını izliyoruz. Hikâye genel olarak bu iki farklı görünen unsuru başarı ile birleştiriyor finalde ve hem oldukça kişisel hem de toplumsal olabilen bir içerikle filmden keyif almamızı sağlıyor. Yönetmenin bir bilim kurgu filminde hüznü ve kişisel yanları olan bu hikâyeyi bize etkileyici biçimde aktarabilmesi önemli bir başarı. Görkemli unsurlara başvurmadan ulaşılan görsel atmosferin başarısı için de takdir etmek gerekiyor yönetmeni. Kamera kullanımından seçilen açılara film hep bir parça tedirgin, bir parça kırılgan ve bir parça gizemli olma tavrını koruyor ki onu çekici kılan yanlarından biri de bu. Jóhann Jóhannsson’un hikâyeye olağanüstü bir uyum sağlamış görünen ve filme en ufak bir zorlama içermeden mistik bir hava katan müziği ve Bradford Young’un kırılgan bir yumuşaklıkla oluşturulan görüntüleri de filme çok ciddi bir katkı sağlamış.

Bir sahnede sorulan “Hayatını başından sonuna kadar görebiliyor olsaydın, bir şeyleri değiştirir miydin?” sorusu “zamanın doğrusal olmaması” ile örtüşen iyi bir örnek olurken, kadının mesleği olarak dilbilimciliğin seçilmiş olması da doğru bir tercih olmuş. Sonuçta bu, iletişim üzerine bir film aynı zamanda, özellikle de bizden olmayanla kurduğumuz/kurmaya çalıştığımız/kurmaktan kaçındığımız iletişim üzerine. Uzaylılarla olan iletişim problemi belki yeterince ikna edici bir biçimde çözülmüyor ama bu iletişime açık ve istekli olmakla farklı olandan duyulan korkunun iletişim çabasının önüne geçmesi arasındaki fark oldukça önemli. Kadının “medeniyeti kuran taş” olarak tanımladığı “dil”in önemini doğru bir biçimde vurgulayan filmin tam da burada kolaya kaçtığı bir konu var. Hikâye iletişime en kapalı olanları Çinliler ve Ruslar olarak gösteriyor ve neyse ki Amerikalılar kurtarıyor dünyayı! Trump öncesi çekilmiş olabilir film ama hayli yakın bir geçmişte ve iktidarını savaş üzerine kurmuş baba ve oğul Bush gibi liderler tarafından yönetilmiş bir ülke varken örnek olarak, bu iki ülkenin seçilmiş olması fazla Hollywoodvari bir yaklaşım olmuş. İletişim ile ilgili bir sembol ise çok akıllıca tasarlanmış. Dünyaya gelen on iki uzay aracı yere asla temas etmiyor ve yaklaşık dokuz metre yukarıda havada asılı kalıyor; film ekibi bu tercihi “uzaylıların final iletişimi (iletişim kurma tercihini, bir başka şekilde söylersek) insanlara bırakması” şeklinde açıklıyor ki şık ve hikâyenin odağındaki iletişim açısından da doğru bir sembol bu.

Hikâyenin rahatsız eden bazı muhafazakâr tercihleri de var: Kaderci bir yaklaşımı var filmin ve “tevekkül”ü de açıkça benimsiyor; doğrudan Tanrı’ya hiç değinmiyor olsa da bu iki kavram fazlası ile işaret ediyor onu ve bu, tüm hikâye boyunca benimsenmiş görünen bir yaklaşım. Başroldeki iki oyuncudan, fizikçiyi oynayan Jeremy Renner işini yapıyor ama senaryo gereği ikinci planda kalıyor çoğunlukla; dilbilimci rolündeki Amy Adams’ın ise müthiş bir oyun çıkardığını söylemek mümkün. Karakterinin kişisel trajedisinden kaynaklanan ıstırabını, işini yaparkenki heyecanını ve bir şeyleri keşfettikçe yüzünde beliren soruları hem doğal hem alçak gönüllü hem de güçlü bir performansla getiriyor karşımıza ve filmin genel havasına uygun bir biçimde sesini yükseltmeden yüreğinize dokunmayı başarıyor.

Hikâyesi özellikle ortalarda bir parça sarkmış görünen filmdeki uzay aracının tasarımı, Kubrick’in 1968 yapımı “2001: A Space Odyssey – 2001: Uzay Yolu Macerası” filmindeki esrarengiz siyah anıtı hatırlatacaktır kimilerine. Bu tek parça anıtın (“monolith”) anlamı üzerine pek çok yorum yapıldı bugüne kadar ama belki de işte burada olduğu gibi o siyah taş anıt da insanlar ile uzaylılar arasındaki iletişim için bir kontakt aracıdır, kim bilir. Filmle ilgili son bir not için Wittgenstein’ın ünlü bir sözünü hatırlamakta yarar olabilir: “Eğer bir aslan konuşabilseydi, ne dediğini anlayamazdık”. İnsanların konuştukları dillerden bağımsız olarak ortak (evrensel) referanslara sahip olduğu ve bu referansların birbirlerini anlamalarında kilit önemi olduğu tezine dayandığı söylenen ve insanlarla aslanların paylaştığı ortak referanslar olmadığı için birbirlerini anlayamayacakları düşüncesinin ürünü olan bu sözden yola çıkarsak, filmin uzaylılar ile bizim aramızda bu referansların varlığına işaret ettiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Bu da filmin umut içeren bir resim çizdiğini söylememizi mümkün kılıyor çünkü birbirimizi anlayabiliyorsak (ve anlamaya hazırsak elbette) umut her zaman canlı kalacaktır.

(“Geliş”)

(Visited 127 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir