B for Boy – Chika Anadu (2013)

“Modern bir erkek olduğunu düşünmekten hoşlandığını biliyorum ama biz Igboyuz. Erkek çocuk her aile için çok önemlidir. Ailenin adını sürdürmek, kararlarda söz sahibi ve mirasta hak sahibi olmak; bunlar erkek olmanın sağladığı ayrıcalıklardır”

Geleneklerin ve toplumun baskısı altında, bir erkek çocuk doğurmak zorunda olan bir kadının hikâyesi.

Chika Anadu’nun yazdığı ve yönettiği bir Nijerya yapımı. Günümüzde ve büyük şehirde geçse de, ülkenin çoğunlukla güneydoğusunda yaşayan Igbo halkından olan karakterlerinin yüzyılların gelenekleri altında nasıl hâlâ kıstırılmış olduklarını anlatan çalışma özellikle kadınların yaşadığı adaletsizlikleri ve bu adaletsizliklerin dayandığı geleneklerin yarattığı olumsuz sonuçları sergiliyor. Yaklaşık 2 hafta gibi kısa bir sürede çekilen ve çoğunlukla el kamerasının kullanıldığı film alçak gönüllü bir şekilde çok önemli bir hikâye anlatan bir çalışma ve samimi sinema dili çok yeni şeyler içermese de ilgiyi hak ediyor.

Film festivallerinin “İnsan Hakları” bölümlerinde gösterilecek türden bir çalışma bu. Sekiz yıldır evli olmasına rağmen “sadece bir kız çocuğu” sahibi olmayı başarabilen, şimdi ikinci çocuğuna hamile olan ama hissettiği baskı nedeni ile bebeğin cinsiyetini doğumdan önce öğrenmek istemeyen ve kocası ile sevgi ve saygı dolu bir ilişkisi olan bir kadını anlatıyor hikâye. Bir reklâm ajansında yönetici olan ve ekonomik özgürlüğe sahip bu kadının ne bu durumu ne kocasının desteği ne de büyük şehirde modern bir hayat sürüyor olması onun toplumun baskısı ile karşı karşıya kalmasına engel olmak için yeterli değildir ve kadın bir erkek çocuk doğurmak zorundadır; çünkü toplumda asıl belirleyici olan erkektir ve eğer bir erkek çocuk doğuramazsa ailenin adı “yok olacak”tır. Chika Anadu’nun senaryosunun filmi benzerlerinden farklı kılan temel yanı hikâyenin büyük bir şehirde yaşayan, güçlü ve özgür bir kadını toplumun beklentilerinin kurbanı olarak kullanması. Kırsal bir bölgede geçmiyor hikâye ve kadın özgürülüğünü savunabilmek için her türlü araca sahip gibi görünüyor ama toplumun yüzlerce yıla dayanan gelenekleri karşısında bu araçların gücü de bir noktadan sonra yetersiz kalıyor. Bir modern toplum hikâyesinin baş karakterlerinin bir ilkel toplum geleneği karşısında dağılmalarını anlatan film bunu samimi ve yalın bir dil ile yapıyor.

Filmin “amatör” bir görünümü var ama bu görünüm aleyhine değil, lehine işliyor kesinlikle. Oyunculuklar, el kamerası kullanımının sağladığı doğallık ve Anadu’nun “sahneye müdahale etmeyen” yönetmenlik anlayışı seyrettiğimiz hikâyenin dürüst ve samimi görünmesini sağlıyor. Belki kadın bir parça fazla problemlere bulaşıyor ve olan biten biraz fazla görünebilir ama Anadu’nun samimi anlatımı tanığı olduklarımızın etkileyici ve gerçekçi olmasını sağlamaya yetiyor. Belki daha güçlü bir sinema dili ve yaşananların bir parça sadeleştirilmesi daha etkileyici bir sonuç elde edilmesini sağlayabilirmiş ama bu hali ile de film amaçlanan noktaya ulaşıyor ve kendisini ilgi ile seyrettiriyor. Tüm oyuncuların doğal ve sade performansları ile göz doldurduğu filmde kadını canlandıran Uche Nwadili zor bir rolün altından ekonomik bir performans ile ustalıkla kalkarken bu ilk ve şimdilik son filminde karakterinin tüm duygularını, çaresizliğini ve aksiyonlarının arkasındaki gerekçeleri seyirciye geçirmeyi başarıyor.

Sadece geleneklerin lehlerine çalıştığı erkeklerin değil, kadınların da kahramanımızın yanında olmaması ve hatta üzerinde daha da baskı kurmaları “ikinci sınıf” olmayı içselleştiren bireylere karşı direnmenin daha da zor olduğunu hatırlatıyor bize trajik bir şekilde. Dinsel inançlarının doğru bulmadığı bir geleneği bu inançlarının kurallarını çarpıtarak sürdüren bir toplumun da çarpıcı bir örneğini sunuyor bize hikâye: Fanatik bir tarikat lideri gibi konuşarak, kocasının kendisine erkek evlat verecek ikinci bir kadınla evlenmesine karşı çıkan kadını suçlayan ve şeytanlığından bahseden papazdan kilisenin izin vermeyeceği ikinci eşi “evliliğin kilisede olmayacağı, sadece kabile töreni yapılacağı”nı söyleyerek savunan Hristiyan kadınlara pek çok örneği var bu çarpıtmanın ve toplumun genlerine sızmış yanlış tutumların yok edilmesinin ne kadar zor olduğunu hatırlatıyor bize bu örnekler. “Erkek çocuk” sektörünün oluştuğu bir toplumda erkek çocuk doğuramamanın nasıl trajik sonuçlara yol açabileceğini etkileyici finali ile anlatıyor film ve “kadın dayanışması” konusunda seyirciyi ters köşeye düşürerek -sahte- bir umudun da heyecanına kapılmalarına izin vermiyor.

Annelere adamış filmini Anadu ve gerçekten de tüm annelerin (ya da annelik duygusu taşıyanların) herhalde daha dikkatle ve ilgi ile izleyeceği bir eser koymuş ortaya. Bunu yaparken hemen hiçbir teknik oyuna da girişmemiş. Tek bir istinası var bunun ve o da hikâyenin ve ilgili iki sahnenin ruhuna oldukça uygun: Kadın, kocası, kaynanası ve onun oğluna ikinci eş olmasını istediği genç kadını bir yemek masasının etrafında görüyoruz bu sahnelerde. Masa ile kamera arasına giren objeler masada oturanları etraflarında sınırlar olan üç ayrı alana dağıtıyor. Birinde kadın tek başına oturyor; diğerinde öteki iki alanın ortasında sıkışmış bir şekilde kocası var; üçüncüde adamın annesi ve genç kadın ortak hedeflerini ima edecek şekilde birlikte yer alıyorlar. Bu basit ama işe yarayan sembolik düzenleme küçük bir çerçeveleme oyununun nasıl işe yarayabileceğinin de bir kanııtı oluyor.

Yalanların bir süre sonra nasıl birbirini doğurduğunu ve söyleyenini kaçınılmaz bir sona götürdüğünü de gösteren film alçak gönüllü ve etkileyici bir eser. Didaktik olmaktan kaçınması ile de takdiri hak eden bu Nijerye yapımını görmekte yarar var.

(Visited 55 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir