Bara No Sôretsu – Toshio Matsumoto (1969)

“Bir bireyin benliği mutlak hâline aralıksız ret ile ulaşır”

1960’ların Japonyası’nda travestilerin hikâyesi.

Toshio Matsumoto’nun yazdığı ve yönettiği bir Japon yapımı. Genellikle kısa filmler çeken Matsumoto’nun tüm sinema kariyerindeki toplam dört uzun metrajlı filminin ilki olan çalışma Fransız Yeni Dalga’sı ile benzerlikler taşıyan Japon Yeni Dalga’sının çarpıcı örneklerinden biri. Belgesel ve kurgu havasına birlikte sahip olan film “deneysel” bir sanat sineması örneği olarak nitelendirilebilecek ilginç bir çalışma. Sofokles’in “Kral Oedipus” adındaki tragedyasından esinlenerek oluşturulan hikâye döneminin filmlerinden çok farklı bir biçim ve içeriğe sahip, uçarı havasını üzerinden geçen elli yıl sonra bile koruyan önemli bir sinema eseri. Geleneksel Japon tiyatro türü olan “Noh”ta oyuncular karakterleri canlandırırken maskeleri kullanmaktan çok, maskenin kendisi olurlar; işte bu film de kullandıkları maskelere dönüşenleri anlatıyor bize.

Kendisi Fransız Yeni Dalga akımının örneklerinden ve özellikle de Jean-Luc Godard’ın çalışmalarından etkilenen Matsumoto’nun bu filmi de Kubrick’e “A Clockwork Orange – Otomatik Portakal” filmini yaratırken görsel tercihler açısından esin kaynağı olmuş. Bu çağrışımlara ve etkilenmelere bir sahnede birkaç karakterin Pier Paolo Pasolini’nin 1967 yapımı “Oedipus Rex” filminin afişinin önünde durmalarını da ekleyebiliriz. Ayrıca bir “film içinde film” havasında bir erotik (porno?) film çekimine de tanık oluyoruz ve Amerikan avant-garde sinemasının babası sayılan Jonas Mekas’ın adı da anılıyor sinemasal göndermelere ek olarak. 1960’ların Tokyo’sundan eşcinsel karakterler, eşcinsellerin uğrak yerleri olan gece kulüpleri ve “marjinal” hayatları sergileyen film hem içeriği ile hem biçimsel özellikleri ile çok farklı bir çalışma.

Hızlandırılmış görüntüler, durdurulan görüntüler, konuşma balonları, ekranda beliriveren yazılar, röportajlar, “şok edici” kareler, sessiz filmlerdeki gibi ara yazılar ve kronolojik olarak ilerlemeyen bir akış gibi unsurlarla görsel olarak çok farklı bir film bu. Fransız şair Charles Baudelaire’in “L’Héautontimorouménos” adlı şiirinden iki mısra ile açılıyor film: “Ben hem yarayım hem hançer, hem kurban hem cellat”. Gerçekten de sadece hikâyenin kahramanı Eddie değil, tüm travesti karakterler üzerinden hem kurban hem cellat olan bireyleri getiriyor karşımıza film. İçinde doğdukları bedenin içinde kurban olan bu karakterler, bu bedeni ret ederek (bir başka şekilde söylersek, yok ederek) kendi gerçek benliklerine erişmeye çalışıyorlar. Bunu anlatan film biçimsel oyunların ön plana çıktığı ve oldukça trajik bir sonu olsa da (sonuçta bir tragedyadan uyarlanan bir hikâye bu) bildiğimiz anlamda bir hikâye anlatmayı çok da dert etmeyen tercihlerle oluşturulmuş bir çalışma.

Jôji Yuasa’nın imzasını taşıyan tedirgin bir müziğin eşlik ettiği bir sevişme sahnesi ile açılıyor film. Ellere, yüzlere ve sırta odaklanan yakın plan çekimlerle oluşturulan bu sahnede bir kadın ile bir erkeğin tutkulu sevişmelerine tanık oluyoruz. Bu sahnede değil ama kısa bir süre sonra cinsiyetlerin hiç de başta düşündüğümüz gibi olmadığını anlıyoruz. Duş alan çok güzel bir kadının görüntüsünü kamera göğüslere geldiğinde donduruyor film ve bir erkeğin göğüslerini görüyoruz bizi şaşırtan bir şekilde. Bu ilk “şok”tan sonra, film 1960’larda Tokyo’nun eşcinsel/travesti kültürüne dalıyor ve bir kıskançlık, hırs ve tutku hikâyesi anlatmaya başlıyor bize. Araya jeneriğin girdiği kısa sahneler, eşcinsel erkeklerle yapılan röportajlar, bir travestinin kendisine baktığı aynanın üzerinde “Benden güzeli var mı?” yazısının görünmesi gibi o ânı açıklayan ifadelerle film sıradan olmayan bir hikâyeyi sıradan olmayan bir şekilde anlatacağını sık sık gösteriyor bize. Bedenlerine -anlaşılabilir nedenlerle- odaklı bir hayat yaşayan travestilerin içinde bulundukları ortamları sadece eşcinsel kulüplerle sınırlı tutmuyor film ve deneysel film çeken bir sinemacı ve entelektüel karakterler üzerinden diğer “marjinal” ortamlara da sokuyor bizi. TV ekranından yansıyan protestocular, Amerikalıların ülkelerindeki üsleri kapatmalarını ve çıkıp gitmelerini isteyenler ve amaçlarını anlamadığımız sokaktaki protestocu tipler (ağızları maske ile kapalı bir şekilde, önlerinde bağlı bir kutu ile ve sağ elleri havada yürüyor bu tipler ve halk da ilgi ile bakıyor onlara) aracılığı ile ülkenin o yıllarından manzaralar da sergiliyor film, her ne kadar bunu ana konusu yapmasa da.

Kimi zaman hızlı bir kurguya başvuran ve hatta birkaç kez kankan dansı müziği eşliğinde hızlandırılmış görüntülerle bir gülümseme de yaratan film zaman zaman baş karakteri Eddie’nin geçmişinden görüntüler de sergiliyor ve bu görüntüler özellikle finaldeki trajik olayın da “açıklama”sı oluyor bir bakıma. Bedenler kadar yüzleri ve o yüzleri örten maskeleri de filmin kimlikler (görünen ve arkasındaki gerçek kimlikler) odağına uygun bir biçimde önemli bir anlatım aracı olarak kullanıyor Matsumoto. “O maskelerin arkasında, yalnızlığın ızdırabını yaşıyor yüzler” ifadesinin de göstergesi olduğu gibi bedenlerine sığamıyor olmalarının ve geçmiş travmalarının ızdırabını maskeleri ile örten (veya örtmek zorunda olan) insanları anlatan filmin birkaç sahnesi hayli sert gelebilir kimi seyircilere ama bu sertliğin bir bakıma “maskelerin arkasında yaşamak” zorunda olmanın sonucu olduğunu hatırlamakta yarar var.

2017 yılında hayatını kaybeden Matsumoto’nun hemen tümü ilk ve son filmlerinde oynayan ve kendilerine benzeyen (ve hatta belki de kendileri olan) karakterleri canlandıran oyunculardan sağlam ve dürüst bir performans almayı başardığı filmde Eddie karakteri’ni canlandıran ve sahne adı olarak Peter’i kullanan Shinnosuke Ikehata ile yapılan röportaj aracılığı ile gerçek ile kurgu olanı da karıştırıyor yönetmen özellikle. Özetle, kesinlikle çok ilginç bir film bu ve bunca yıldan sonra bile hâlâ taze bir görünüme sahip. Avrupa sinemasında alışık olduğumuz ama Japon sineması içinde çok farklı bir yerde duran bu deneysel çalışma herkese göre değil belki ama farklı olanın peşinde koşan sinemaseverlerin görmesi gereken bir film. Avant-garde, trajik, komik, hüzünlü, deneysel, çarpıcı, uçarı… tüm bu tanımlamaları aynı anda taşıyabilen çok fazla film yok sonuçta.

(“Funeral Parade of Roses”)

(Visited 243 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir