Black Rain – Ridley Scott (1989)

“Yağmurumuzu siz kararttınız. Değerlerinizi bize empoze ettiniz. Kim olduğumuzu unuttuk”

Japon mafyası Yakuza içindeki bir savaşa karışan iki Amerikan polisinin hikâyesi.

Ridley Scott’tan tam 80’lere özgü vasat bir film. Kahraman beyaz polislerimiz Doğu’ya gidip bu iş nasıl yapılırı öğretirken elbette biraz da egzotik Doğu kültüründen etkilenip dönüyorlar ülkelerine. İnandırıcılıktan uzak bir senaryo, vasat oyunculuklar ve mekanların başarılı kullanımı dışında vasat bir yönetmenlikle ortaya ne çıkabilirse karşımızda da o var.

Michael Douglas’ın 70’lerde ABD’de hayli sevilen televizyon programı “The Streets of San Fransisco” dizisindeki koştukça dalgalanan uzun saçlarını taşımış göründüğü filmin senaryosu neresinden tutsanız elinizde kalacak bir içeriğe sahip. Açılıştaki anlamsız ve anlamsız olduğu için finalde bir yere bağlanacağını fazlası ile açık eden motosiklet yarışı bölümünden onun hayli klişe sert, esprili ve elbette kahraman polis tiplemesine, mafya liderini yanlış kişiye teslim etmelerinin absürtlüğünden bu görev için en son tercih edilecek kişi olmasına rağmen merkezin ona bu görevi yüklemesine veya Osaka’daki gizemli Amerikalı kadının her şeyi bilerek senaryonun akmasını sağlaması saçmalığına kadar filmde yok yok. Bunların üzerine senaryonun açık ve rahatsız edici Amerikan bakışını da ekleyince filmi seyretmek için pek neden kalmıyor açıkçası. Senaryoya göre disiplin anlayışlarından ve birbirlerine saygı göstermekten işlerini yapmaya fırsat bulamayan Japon polislerinin beceriksizliklerini ancak Amerikalı ve tatlı serseri bir polis örtebiliyor. Filmdeki tüm Japon karakterler ya beceriksiz ya da kötü iken, tek bir Japon kendini bu sınıflamadan kurtarabiliyor. O da elbette polisimize gizlice yardım eden, iyi İngilizce konuşan ve ölen bir Amerikalı polisin rozeti kendisine armağan edildiğinde gözleri yaşaran bir karakter. Anlaşılan o yıllarda Japonya’nın hızlı büyümesinin ve dünya devi olmasının intikamını tek başına tüm Japon polis teşkilatını azarlayabilecek cesareti olan Amerikalı bir polis araılığı ile almayı hedeflemiş senaristler bu filmde. Şunu da ekleyelim; filmdeki tüm Japon kadınlar bir parça salak hayat kadını rolünde ama Kate Capshaw’ın canlandırdığı hayat kadını onların yanında çok daha klas ve zeki duruyor. Orada bile bir fark var filmde özetle.

Senaryo Douglas ile mafya lideri Sato’yu canlandıran Yusaku Matsuda arasında birbirlerini görür görmez başlayan kişisel nefreti ne kadar inandırıcı kılabilirse hikâyenin kendisi de o kadar inandırıcı işte. Onlarca Japon polisin bir odada fark edemediği ipucunu Douglas’ın eli ile koymuş gibi bulmasını da ekleyelim son olarak ve senaryo işte bu halde diyelim. Hikâye bu halde iken gedikli sinema müzikçisi Hans Zimmer’in bugün fena halde 80’ler konan synthesizer ağırlıklı müziği ve bu müziğin çeşitli sahnelerde kullanımı da oldukça ikinci sınıf bir görüntüye sahip. Douglas ve yardımcısı rolündeki Andy Garcia en sıcak yaklaşım ile vasat olarak adlandırılabilecek bir performans verirken bir iki ana karakter hariç tüm Japon karakterlerin nerede ise karikatür boyutunda canlandırıldığını ve bunun da temel olarak yine senaryodan kaynaklandığını söyleyelim. Tüm filmden ayakta kalan tek oyuncu beyazlara en çok benzemeyi başaran Japon polis rolündeki Ken Takakura.

Japon polisin Douglas’a söylediği “senin gibi olabilirim sanmıştım” sözlerinden sonra onun gibi olabileceği ispatlayan kararından aynı polisin kendisine verilen rozeti (elbette Amerikan polis rozeti) nerede ise gururla yakasına takmasına ve kahramanımızın kötü adamı yakalayıp götürdüğü Japon emniyet binasındaki polislerin onu görünce hayranlıkla ayağa kalkmalarına, film elbette herhangi bir ilgiyi hak etmiyor. Başarılı set tasarımları ve bu tasarımların başarısız hikâyeye sağladığı destek ve Yakuza üyelerinin 1945’te yağmurlarını karartan ABD’lilere duydukları hınçları dile getirmesi yeterli ise (ki yeterli olmamalı, özellikle de bu hıncı dile getirenlerin “kötü” Japonlar olduğunu düşünürsek) görülebilir; aksi halde uzak durmakta ciddi yarar var. İlle de “kara yağmur” ile ilgili bir film görmek isteyenler ne yapıp edip Shôhei Imamura’nın aynı yıl çektiği ve aynı ismi taşıyan “Kuroi Ame” adlı parlak çalışmasını seyretsinler; çok daha hayırlı bir iş yapmış olurlar.

(“Kara Yağmur”)

(Visited 109 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir