Bonjour Tristesse – Otto Preminger (1958)

“Çok çekici ve kibar biri. Onu uyarmak istiyorum ama beni anlamayacaktır. Onun hoşlandığı hiçbir şey ilgimi çekmez çünkü etrafımda bir duvar var. Unutamadığım anılarla örülmüş görünmez bir duvar…”

Zengin ve çapkın babası ile birlikte yaşayan genç bir kızın, babasının ilgi duyduğu güçlü bir kadının mutlu hayatını değiştireceğinden korkması ile gelişen olayların hikâyesi.

Fransız yazar Françoise Sagan’ın henüz on sekiz yaşındayken yazdığı ve büyük bir ilgi ile karşılanan aynı isimli romanından uyarlanan bir A.B.D.ve İngiltere ortak yapımı. Senaryosunu Arthur Laurents’in yazdığı filmi Otto Preminger yönetmiş ve başrollerde de hayli zengin bir kadro yer almış. Bir başyapıt olmasa da klasikler arasına girmeyi başaran film, oyuncuları ve Preminger’in zarif yönetmenliği ile 1950’lerin havasını etkileyici bir şekilde getiriyor önümüze ve görülmeyi hak ediyor. Genç kız ile babası arasındaki “aşırı bağlılık” ve hayatlarını keyif almak üzerine kurmuş bu ikilinin etraflarındakileri “kullanma” alışkanlıkları gibi ilginç yanları olan film -her ne kadar pek böyle bir hedefi olmasa da- zenginlerin hak ettiklerini düşündükleri şımarıklığı sergilemesi ile de önem taşıyor.

Sagan kendisini kelimenin tam anlamı ile bir günde üne kavuşturan romanının adını Fransız şair Paul Éluard’ın bir şiirinin açılış dizelerinden (“Hoşça kal hüzün / Günaydın hüzün”) almış ve hayatın tadını çıkarmaya kararlı bir baba kızın hikâyesini anlatmış. Aralarına giren bir kadını bağlılıklarına ve yaşam düzenlerine bir tehdit olarak gören genç kadının oynadığı oyunların neden olduğu trajik hikâyeyi geri dönüşle ve genç kadının ağzından anlatıyor film. Yönetmen Preminger hikâyenin “günümüzde” ve Paris’te geçen bölümünü siyah-beyaz görüntülerle anlatırken, Riviera’daki geçmiş için renkli görüntüleri tercih etmiş. Bunun da nedeni açık: Açılışta genç kadının hüzünlü bir sesle söylediği gibi, artık hayat hep bir duvarın arkasında ve hüzünle yaşanırken, trajik olaya kadar Riviera’daki günler renkli bir mutluluğun anılarını taşımış hep. Hikâye bugünle açılıyor ve genç kız şimdi içinde hep kalacak olan hüznün nedenini açıklıyor bize geriye dönerek. Senaryo bugün ile geçmiş arasında gidip gelirken, film seyircisini öncelikle kadrosu ile etkiliyor hikâye boyunca. Baba rolündeki David Niven ile tekrar hayatına giren ve ailenin düzenini “bozan” kadını oynayan Deborah Kerr klasik ve sağlam oyunculukları ile karakterlerinin hakkını veriyorlar. Niven’ın artık genç olmasa da playboy hayatından vazgeçemeyen adamı oynarken sergilediği nüanslı oyun ve Kerr’in güçlü karakterinin zayıflığa teslim olmasının trajedisini yansıtan performansı filmin en sağlam kozlarını oluşturuyor. Jean Seberg ise hem olumlu hem olumsuz eleştiriler almış sinemadaki bu ikinci tecrübesinde; genç ve duru güzelliğinden etkilenmemek mümkün değil oyuncunun ve bu özelliklerini karakterinin rahatlığı ve umursamazlığı ile etkileyici bir biçimde birleştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Aksayan bir yönü varsa oyuncunun performansında, o da anlatıcı olarak sesini dinlediğimiz anlar; bu bölümlerde nedense önündeki satırları okuduğunu hissediyorsunuz oyuncunun ve her zaman zaten pek de etkileyici yazılmış görünmeyen (ya da en azından sinemada, romanda durduğu gibi durmayan) bu satırlar bir parça yapay kalmışlar.

Filmin kadro açısından zenginliği bu üç yıldız ile sınırlı değil: Adamın son sevgilisi Fransız kadını oynayan Mylène Demongeot (seksî karakterini keyfili bir biçimde canlandırıyor ve takdiri hak ediyor performansı ile), bir kulüpte şarkıcı olarak karşımıza çıkan ve film ile aynı adı taşıyan hüzünlü şarkıyı söyleyen Juliette Gréco, genç kıza aşık olan hukuk öğrencisini canlandıran Geoffrey Horne, onun annesini oynayan ve kariyeri sessiz sinema döneminde başlayan Martita Hunt ve zengin Latin Amerikalı rolündeki Walter Chiari de yer alıyorlar filmde ve Hollywood’un görkemli döneminin ihtişamına yakışan performanslar sergiliyorlar.

Preminger’in favorilerinden biri olan bu filmi özellikle Fransa’da hayli beğenilirken, Amerikalı eleştirmenler filmi “yeterince Fransız” bulmamışlar. Bu çelişki Preminger’i eğlendirmiş ama açıkçası filmin bir probleminin de açıklayıcısı bu. Hikâye temaları ile epey Fransız ve bu da doğal çünkü bir Fransız yazarın romanından uyarlanmış. Ne var ki Preminger filmini anlatırken Hollywood’dan yeterince uzaklaşamamış görünüyor ve böyle olunca da film yarı Amerikan yarı Fransız bir havaya bürünmüş. Filmi seyrederken sık sık yeterince ileriye gitmediğini hissediyorsunuz hikâyenin ve bir anlamda Amerikanlılığın Fransızlığa engel olduğunu hissediyorsunuz. Yine de hikâyenin bazı “cüretkâr” yanları varlıklarını korumuşlar; bekâret konusu, baba ve kızının yaşadığı hayatın açık bir eleştiri konusu yapılmaması ve Avrupa’ya özgü bir “özgürlük” havasının hikâyede varlığını hep hissettirmesi gibi unsurlar filmi farklı bir konuma koymaya yetiyorlar çoğunlukla. Baba ile kızı arasındaki ilişki için bir eleştirmen “duygusal ensest” ifadesini kullanmış ki açıkçası çok doğru bir tanımlama bu. Seksi bir kenara bırakırsanız, iki birey arasında olabilecek her türlü unsuru barındıran bir ilişkileri var ikilinin ve aralarına birilerinin girmesi de pek mümkün görünmüyor. Hikâyenin finali de bunu doğrularken, hayatlarına giren ve onları hep peşlerinden takip edecek olan trajedi ile ilgili suçluluk duygusunun bile yaşam tarzlarını değiştirmeye yetmeyeceğini anlıyoruz. Sonuçta zengin ve bir kadından diğerine geçen çapkın bir baba ve bir sahnede ayna karşısında kendisine söylediği gibi “şımarık ve tembel” (ve ayrıca bencil) kızının oluşturduğu bir ikili bu ve işte bu hikâyede olduğu gibi birinin kıskançlığı ve korkuları, diğerinin uslanmaz çapkınlığı başkalarını felakete sürüklese de “hayat devam ediyor” onlar için.

Saul Bass’ın tasarladığı basit ama elbette Bass’a yakışan animasyonlar ile parlak bir açılış jeneriğine sahip olan film, zenginliğin mümkün kıldığı şımarık ve bencil hayatları korumak için başkalarınının umursanmamasını bu temanın hak ettiği derinlikle anlatmıyor ki kaynak romanın da tercihi bu yönde değil zaten. Ayrıca, hikâye genel olarak gereğinden fazla bir hafiflik içeriyor ve karakterlerinin üzerinde yeterince durmamızı pek de istemiyor gibi film. Bu hafiflik ile zaman zaman çelişir gibi olsa da Georges Auric’in müziği ve Georges Périnal’ın filme kesinlikle şık bir estetik kazandıran görüntülerinin güzelliğinin katkı sağladığı filmde Deborah Kerr’in acı gerçeği keşfettiği bir sahne var ki Kerr ve Seberg’in oyunları ve mizanseni ile tam bir klasik ve filmi tek başına bile görmeyi gerekli kılabilir. Evet, örneğin bir Douglas Sirk melodramı kadar çarpıcı ve içeriden anlatılmış olmasa da, bir “kadın filmi” olarak da görülmeyi hak eden bir çalışma bu ve klasik sinemanın da tadını taşıyor kesinlikle.

(“Merhaba Hüzün”)

(Visited 235 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir