Simyacı – Paulo Coelho

Brezilyalı Paulo Coelho’nun 1988 tarihli romanı. Bugüne kadar 80 farklı dile tercüme edilen ve 150 milyondan fazla satan kitap yazarına büyük bir ün ve kazanç getirdiği gibi, edebiyat tarihinin en popüler yapıtları arasında da yerini aldı. Rüyasının peşinde Endülüs’ten Mısır Piramitleri’ne yolculuk yapan Santiago adındaki genç bir çobanın bu -fiziksel ve ruhsal- seyahatini anlatan roman,“Yüreğinin götürdüğü yere git” türünün en bilinen ve sosyal medyada belki de en çok alıntılanan eseri olarak popülerliğini hâlâ koruyor ve, yazarın kıvrak kalemi ve günümüz dünyasında bir kitabı popüler kılacak unsurlardan oluşan bir listedeki her bir maddenin gereğini yerine getirmiş olması ile çabucak ve ilgi ile okunuyor. Ortada sağlam bir edebî metin yok açıkçası ve anlatılan öykünün mesajı hiç de orijinal değil ama Coelho modern insanın ruhanî boşluğunu çok iyi anlamış ve onlara nasıl hitap etmesi gerektiğini bilen dili ve cümleleri ile işte bu boşluğa seslenmiş. Kişisel Gelişim meraklıları ve “her şey senin içinde” anlayışının tutkunları için okunması gereken ve herhalde hemen hepsi tarafından da okunmuş bir roman bu.

Kitabın Can Yayınları tarafından yayımlanan Türkçe baskısının arka kapağında kullanılan şu ifadeler romanın niteliği konusunda önemli ipuçları veriyor: “Yüreğinde çocukluğunu yitirmemiş okurlar için”, “nasihatname”, “yazgına nasıl egemen olacaksın, mutluluğunu nasıl kuracaksın sorularına yanıt arayan bir hayat ve ahlak kılavuzu”, “mistik bir peri masalı”, “Simyacı’yı okumak, herkes daha uykudayken, güneşin doğuşunu seyretmek için şafak vakti uyanmaya benziyor”. Özellikle Batı dünyasında, bireylerin içinde yaşadıkları sosyal, ekonomik ve politik düzenleri sorgulamamasını sağlamanın en önemli araçlarından birine dönüşen “Kişisel Gelişim” pratiklerinde sıkça duyulabilecek sözler bunlar herkesin bildiği gibi. Her türlü sömürüye maruz kalan insanları bir mücadeleden, dayanışmadan ve içinde bulundukları koşulların nedenlerini sorgulamaktan uzak tutarak, onları apolitikleştiren bir silah olarak kullanılıyor bu kişisel gelişim safsataları ve insanlara “çözüm sende, senin içinde” diyor her zaman. Doğru kullanıldığında en azından yardımcı bir araç olarak işlev görebilecek kişisel gelişim yaklaşımları onları her zaman sorunun asıl kaynağından uzaklaştırıyor ve egemen güçlerin iktidarlarını sürdürmelerinin önemli bir silahına dönüşüyor. Paulo Coelho bu çok satan romanı ile böyle bir kötü niyetin temsilcisi olmaya soyunmuyor elbette ama örneğin kişisel gelişim eğitimlerinde bolca alıntı yapılan bu eseri ile bu niyeti taşıyanlara önemli malzemeler sağlıyor.

Eserinin orijinalliğine yönelik eleştirilere şu cevabı vermiş Coelho: “Borges sadece dört hikâye olduğunu söylemişti: İki insan arasındaki bir aşkın hikâyesi, üç insan arasında geçen bir aşkın hikâyesi, iktidar mücadelesi ve yolculuk. Biz yazarların tümü de aynı hikâyeleri anlatıp duracağız sonsuza kadar”. Santiago’nun yolculuğunun hikâyesini ilginç kılan da orijinalliğinden çok, benzer türdeki edebiyat yapıtlarının en çekici unsurlarını; bir başka ifade ile söylersek, başarı için gerekli olan tüm unsurları adeta özellikle planlanmış, düşünülmüş bir şekilde kullanmış olması. Bir bakıma benzeri tüm eserlerin bir toplamı, özeti niteliği taşıyor kitap ama bunları hayli güçlü ve cazip bir şekilde bir pota içinde eritmeyi başarıyor.

Bir öndeyiş ile açmış kitabı Coelho: Simyacı’nın okuduğu bir kitaptaki öykü üzerine kurulmuş bu bölüm. Kitabın yazarının Oscar Wilde olduğunu belirtmiş Coelho ama adını yazmamış; çünkü “Kapağı yoktu kitabın”. Söz konusu öykü Wilde’ın mensur şiir türündeki “Poems in Prose” adlı kitabındaki “The Disciple” adlı eseri. Suda hayran olduğu kendi güzelliğini seyrederken göle düşerek ölen Narkissos’un ardından göle neden ağladığını soran tanrıçalar şu cevabı almışlar ondan: “Narkissos için ağlıyorum çünkü sularıma eğildiği zaman, gözlerinin derinliklerinde kendi güzelliğimin yansımasını görebiliyordum”. Coelho’nun eserinin hemen tümüne yayılan anlayışın iyi bir özeti bu öndeyiş ve benzerlerini bolca kendisi de yaratmış yazar.

İspanya’nın Endülüs bölgesinde çobanlık yapan genç Santiago’nun gördüğü bir düşteki hazineyi bulmak için İspanya’nın güneyinden Mısır’daki piramitlere yaptığı yolculukta başına gelenlerin ve başta Simyacı olmak üzere karşılaştığı karakterlerle olan ilişkilerin onun ruhsal gelişimini şekillendirmesini anlatıyor temel olarak Coelho. Yolculuk öncesindeki bölümlerde de sıradan bir çoban olmadığını anlıyoruz yazarın satırlarından ama onun kendisini, evreni ve “kişisel menkıbesi”ni öğrenmesini sağlayan bu yolculuk oluyor asıl olarak. Coelho da hayli kıvrak bir dil ve adeta sosyal medyada alıntı olarak kullanılmak için yaratılmış görünen ifadeler ile bu seyahati okumayı gerçekten de keyifli kılıyor. Kişisel menkıbeni bulma ve onu gerçekleştirmenin özeti olan bu yolculuğu mistik ve ruhsal boyutlu karakterler ve olaylarla süslemiş yazar. Aslında kendisi de benzer bir yolculuğu, üstelik çok daha geniş bir coğrafyada gerçekleştirmiş Coelho. 1960’larda üniversite eğitimini bırakıp, bir hippi olarak tüm Amerika kıtasında ve Avrupa’da, uyuşturucu da kullanarak gezmiş yazar ve ülkesine döndüğünde şarkı sözü yazarlığı (Brezilya’da bilinmeyen yabancı şarkıların sözlerinden bolca “esinlendiği” suçlamaları var hakkında), oyunculuk, tiyatro yöneticiliği ve gazetecilik yapmış ülkesine döndüğünde; ama “Simyacı”yı besleyen asıl olarak, onun İspanya’da 1986’da yaptığı ve 1987 tarihli “O Diário de um Mago” (Hac) adlı otobiyografik kitabına konu olan yolculuk olsa gerek. Hristiyanlar için bir hac olan bu yolculuk Coelho’nun manevî yanının da göstergelerinden biri ve yazar “Simyacı”da da üç büyük dinin metinlerine ve inançlarına dolaylı veya doğrudan sık sık göndermede bulunarak bu yanını bolca göstermiş. Sufi inancının önemli bir parçası olan “Her şey bir tek ve aynı şeydir” gibi kavramları ve Ene’l-Hakk (Ben Hakk’ım) inancını (“Tanrı’nun Ruhu’nun kendi ruhu olduğunu gördü”) çağrıştıran sözlerle dolu bu kitapla kesinlikle ruhsal ve inanç yüklü bir metin koymuş ortaya Coelho.

“Kötülük insanın ağzından giren şeyde değildir. Kötülük oradan çıkandadır”, “Yüreğini dinle. Yüreğin her şeyi bilir; çünkü Evren’in ruhundan gelmektedir o…”, “Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla göremeyiz onları… çünkü insanlar hazineye inanmazlar” ve benzeri daha pek çok sözle dolu olan kitap yazarına büyük bir şöhret ve para kazandırdı. Coelho’nun kitapları toplamda bugüne kadar 320 milyonun üzerinde bir satış rakamına ulaşmış durumda ve yazar eserleri ile New York Times’ın kitap listesinde 400 haftadan fazla 1 numarada kaldı bugüne kadar. Yazarın yılda ortalama 20 milyon dolar kazandığının tahmin edildiğini de eklemeli bu istatistiklere. “Bir şeyi gerçekten istediğinde, tüm evren dileğinin gerçekleşmesi için iş birliği yapar” teması üzerine kurulu kitap sadece kahramanı Santiago’nun değil, yazarının da bir hazine bulmasını sağladı sonuç olarak. Bilinen en eski versiyonu Mevlana’nın Mesnevî adlı eserinde yer alan ve onun da 1001 Gece Masalları’ndan esinlendiği söylenen bir öykünün bu modern lirik yorumu, başarının formülünü çok iyi anlamış ve değerlendirmiş; lirik ve felsefenin herkese hitap edebilecek düzeyini hakkı ile kullanan ve Coelho’nun öykü anlatma becerisinin gücünü kanıtlayan bir çalışma.

(“O Alquimista”)

İnsan Neyle Yaşar? – Lev Tolstoy

Rus yazar Tolstoy’un altı kısa öyküsünden oluşan bir derleme. Masal ve/veya mesel olarak sınıflandırılabilecek bu eserlerde, öykülerin sonunda veya başında yer verdiği İncil’den alıntılarla ya da kutsal kitaba göndermeleri ile okuyucusuna derdini dinsel bakışla destekleyerek anlatmış Tolstoy. Rusya’da ilk kez 1881 ile 1886 arasında farklı tarihlerde yayımlanmış olan altı öyküyü dilimize çeviren Koray Karasulu’nun kitabın başındaki “Çevirmenin Notu” başlıklı kısa açıklamasında belirttiği gibi bu yapıtlar ülkemizde 1940’lı yıllarda “Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi” kapsamında buluşmuş okuyucularla. 1884 tarihli “Neye inanıyorum?” (V chem moia vera?) ve 1894 tarihli “Tanrı’nın Egemenliği İçinizdedir” in de (Tsárstvo Bózhiye Vnutrí Vas) aralarında olduğu farklı eserlerinde kendi dinsel inançlarını ve din üzerine görüşlerini açıklamış olan yazarın bu derlemedeki öyküleri, okuyucuya birer masal ve/veya mesel havası ile dinle beslenmiş bir ahlak anlayışı sunuyor ve onlara bir bakıma çağrıda da bulunuyor.

1938 – 1946 arasındaki Millî Eğitim Bakanlığı döneminde Batı ve Doğu edebiyatının klasiklerinin Türkçeye çevrilmesini sağlayarak Cumhuriyet’in erken dönemdeki aydınlanma çabalarında önemli bir imza sahibi olan Hasan Âli Yücel benzer bir misyonu 1956’da kurduğu ve bir süre de yöneticiliğini yaptığı İş Bankası Kültür Yayınları’ndaki görevinde de sürdürdü. Tüm bu gayretler dünya edebiyatının klasik metinlerinin pek çoğunun dilimize kazandırılmasına imkân sağlayarak önemli bir toplumsal yarar sağladılar kuşkusuz ve bu klasikler arasında Tolstoy’un eserleri de vardı. Bu derlemede altı farklı öykü var ve derlemenin adı da bu öykülerin kitaptaki en uzun yapıt olan ilkinden alınmış.

“İnsan Neyle Yaşar” başlıklı ilk öykü 1881’de yayımlanmış ilk kez. İngiliz yönetmen Vernon Sewell tarafından 1938’de bir kısa film olarak, “What Men Live By” adı ile sinemaya da aktarılan öykünün başında Yuhanna İncili’nden alıntılara yer vermiş Tolstoy. Temel olarak sevgi ve onun Tanrı’ya duyulan inancın ayrılmaz bir parçası olması üzerine olan bu sözleri (“Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı’da yaşar, Tanrı da onda yaşar”) Tanrı’nın bir buyruğunu yerine getirmediği için yeryüzüne sürgüne gönderilen bir meleğin öyküsünün başına doğru bir seçimle yerleştirmiş Tolstoy. Yeryüzünde Tanrı’nın kendisine geri dönebilmek için şart koştuğu “üç kelamı” öğrenmesi gerekmektedir meleğin: “İnsanda ne var? İnsana ne verilmemiştir? İnsan neyle yaşar?”. Yoksul bir ayakkabıcı ve karısı ile geçirdiği yıllar onun için bu kelamları öğrenme süreci olurken, Tolstoy aynı süreci onunla birlikte okuyucuya da ders olacak bir şekilde kullanıyor. Gerek her şeyin üzerine Tanrı sevgisini koyan bu öyküde, gerekse diğerlerinde ortak olan bir temayı da burada vurgulamakta yarar var; kötülüğe, içinde bulunulan koşullara “boyun eğme”, bir başka ifade ile kadere rıza gösterme yazarın dinsel inançlarına da uygun olarak tüm mesellerin odağında yer alıyor.

İlk kez 1885’te yayımlanan ve “Kıvılcımı Söndürmeyen Ateşi Zapt Edemez” adını taşıyan ikinci hikâye Matta İncili’nden bir alıntı ile açılıyor: “Eğer her biriniz kardeşini gönülden bağışlamazsa, göksel Babam da size öyle davranacaktır”. Bağışlamanın, öfke ile hareket etmemenin gerekliliğini anlatan bu hikâye kötülüğe ve yanlışa aynı şekilde karşılık vermemek gerektiğini öğütlüyor okuyucuya. “Birisi ona kötülük ederse intikam almaya değil, arayı düzeltmeye çalışıyordu; biri ona küfrederse aynı şekilde karşılık vermiyor, karşısındakine küfretmemeyi öğretmeye çalışıyordu…” sadece öykünün kahramanının değil, bizim de seçmemiz gereken yolu işaret ediyor. Diğerlerinde olduğu gibi burada da; Tolstoy’un karakter (tümü Rus köylüleri) ve öykülerin geçtiği yerlerle ilgili seçimleri onun, yapıtlarını “halka yol gösterme” motivasyonu ile de yazdığını gösteriyor bize.

1886 tarihli “Mum” adlı öykü Matta İncili’nden bir alıntı ile başlıyor: “Göze göz dişe diş dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki , kötüye karşı direnmeyin”. Öykülerdeki kötüleri üst sınıflardan değil, şimdi o sınıfa yanaşmış (ya da o sınıfa sonradan geçmiş) ama aslında alt sınıftan olanlardan (buradaki kâhya karakteri gibi) seçen Tolstoy, “Fakat en kötüleri, çamurun içinden çıkmasına rağmen prens olmuş gibi davranan, toprak köleleri arasından yükselip amir olanlardı” saptaması ile altını çizmiş bu durumun “Mum” adlı öyküde. “Katlanmak gerek dostlar” diye öğütlüyor karakterlerden biri ve yukarıda belirtilen “kadere boyun eğme” söyleminin güçlü bir örneğini veriyor. Bu söylemi “sönmeyen mum” gibi mistik bir unsurla da desteklemesi, yazarın fikirlerinin arkasında dinsel bir bakışla durduğunu da gösteriyor. Sadece 31 yıl sonra Rusya’da yaşanacak olan devrimi ve isyanı düşündüğümüzde; halkın, içinde bulunduğu durumu Tolstoy gibi değerlendirmediğini söylemek mümkün. “Tanrı’nın gücünün kötülülükte değil, iyilikte olduğu” ifadesi ile sona eren öykü insanın her zaman iyiyi seçmesi gerektiğinin de kanıtı olarak inşa edilmiş.

1885 tarihli olan “Kızlar Büyüklerden Akıllıymış” kitaptaki en kısa öykü ve meselini eğlenceli bir içerik ile anlatması ile de farklılaşıyor diğerlerinden. Matta İncili’nden alıntıyı (“Küçük çocuklar gibi olmazsanız, Göklerin Egemenliği’ne asla giremezsiniz”) bu kez başa değil, sona yerleştirmiş Tolstoy. Çocukların dünyasında doğal olarak kısa ömürlü olan bir çekişmenin, yetişkinlerin dünyasına taşındığında nasıl büyüyebildiğini anlatan hikâye insanlara çocukluğun masumiyetine dönmelerini tavsiye ediyor.

1886 tarihli “İnsana Çok Toprak Gerekir mi?” Tolstoy’un en popüler öykülerinden biri. Hayranları arasında James Joyce ve Ludwig Wittgenstein’ın da bulunduğu öykü 1969’da Alman yönetmen Hans-Jürgen Syberberg’in çektiği “Scarabea – Wieviel Erde Braucht der Mensch” adlı filme de esin kaynağı olmuş. Karakterlerinden birinin şeytan olduğu öykü, mülkiyet hırsı ve açgözlülük kavramlarını ana teması yaparak özellikle Katolik inancında yaygın olan 7 Ölümcül Günah’tan birine göndermede bulunuyor. Mal ve mülk hırsının neden olduğu korkunç son üzerinden, insanın eninde sonunda asıl ve kalıcı ihtiyacının “üç arşınlık toprak parçası” olduğunu hatırlatan hikâye insan ruhunun zavallılığını da ortaya koyuyor bir bakıma. Bu aciz olma durumu aslında öykülerin tümünde kendisini gösteren bir olgu ve her birinde Tolstoy bu duruma cevap olarak Tanrı sevgisini ve o sevgi ile iç içe olacak şekilde Tanrı inancını çıkarıyor okuyucunun karşısına.

İlk kez 1885’te yayımlanan “İlyas” zenginlikten yoksulluğa düşen İlyas ve eşi üzerinden “zenginliğin neden olduğu yükler”i anlatarak, yine bir mal ve mülk hırsı eleştirisi yapıyor. “Sahip olduklarını yitirerek mutluluğu bulma” teması alçak gönüllülük ve “dünya malının boyunduruğu altına girmemek” gibi dinin öngördüğü yaklaşımlara da uygun kuşkusuz. Gerek bu öykünün gerek diğerlerinin servetin ve zenginlerin varlığını eleştirmek ya da en azından sorgulamak yerine, mütevazı yaşamları ideal olarak göstermekle yetindiği bir gerçek. Bu bağlamda seçilen karakterlerin de, metinlerdeki öğütlerin hedefi olanların da zenginler değil, yoksullar olması kuşkusuz Tolstoy’un düşünsel konumu açısından bir tutarlılık ama öte yandan servet sahibine ilişmeyen ama servet sahibi olmayanların bu yöndeki arzularını eleştiren bir tutarlılık da tartışmaya açık kesinlikle. Ek bir not olarak, Tolstoy’un bu pasifist tutumunun Gandhi ile bir yıl boyunca ve yazarın ölümüne kadar yazışmalarına uzanan bir ilişkiyi başlattığını hatırlatmakta da yarar var.

Öyküleri bir halk masalı tarzında ve buna uygun bir sadelikle kaleme almış Tolstoy ve bir çırpıda okunuverecek metinler yaratmış. Mesajların geniş kitleler tarafından net bir şekilde anlaşılmasını kolaylaştıran bu tercihin yazarın felsefe, din ve toplumsal alanlardaki fikirlerini eserlerine yansıtmasına engel olmaması bu derlemenin en çekici yanlarından biri kuşkusuz.

O Karanlıkta Biz – Attilâ İlhan

Türk edebiyat ve düşünce dünyasının usta ismi; şair, yazar, gazeteci, senarist, eleştirmen ve deneme yazarı Attilâ İlhan’ın 1988 tarihli romanı. Toplam yedi romandan oluşan ve yazarın İkinci Meşrutiyet Dönemi’nden 27 Mayıs Darbesi’ne kadar uzanan süreçte Türkiye tarihini özel bir kronoloji takip etmeden ele aldığı ve gerçek karakterleri de içine alan olay örgüleri ile bir bakıma kurgu-belgesel ifadesi ile tanımlanabilecek olan “Aynanın İçindekiler” dizisinin beşinci kitabı olan eser, İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkede yaşananları anlatıyor. Kitabın adındaki “O karanlık” her ne kadar parçası olmasa da (ya da parçası olmamayı başarmış olsa da) savaşın tüm yakıcılığını kıtlık, pahalılık ve baskıcı bir yönetim üzerinden yaşayan genç Türkiye’nin içinde bulunduğu atmosferi anlatıyor; “biz” ise ülkedeki sol’a bir gönderme olarak kullanılmış. İlhan ülkenin karanlık günlerinde sol’un iç çekişmelerini ve üzerindeki baskıyı romanının ana unsurlarından biri olarak değerlendirirken, gerçekçi bir lirizmi olduğunu söyleyebileceğimiz güçlü bir dil ile bir casusluk, aşk, politika ve tarih öyküsünü çok çekici bir içerik ve biçimle getiriyor okuyucunun karşısına. “Aynanın İçindekiler” serisinin parçası olsa da, diğerlerinden bağımsız olarak da okunabilecek yapıt güçlü bir metinin tadını hissetmek, Türkiye tarihinin ilginç bir dönemini anlamak ve ülke solunun makûs tarihinin izini sürmek için mutlaka okunması gereken yapıtlardan biri.

Sonuncusu yazarın ölümünden sonra yayımlanan toplam yedi romandan oluşuyor “Aynanın İçindekiler” dizisi: “Bıçağın Ucu” (1973), “Sırtlan Payı” (1974), “Yaraya Tuz Basmak” (1978), Dersaadet’te Sabah Ezanları (1981), “O Karanlıkta Biz” (1988), “Allah’ın Süngüleri: Reis Paşa” (2002) ve “Gazi Paşa” (2005). Aslında 1963 ve 64’te iki cilt halinde yayımlanan ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kuruluş sancılarını ve iktidar çekişmelerini ele alan “Kurtlar Sofrası” da bu dizinin bir parçası olarak değerlendirilebilir kapsadığı dönem nedeni ile.

Türk sinemasının “ulusalcı” ustası ve dünya görüşleri İlhan’ınkine uzak olmadığı söylenebilecek Halit Refiğ, İlhan’ın bu kitabı için “… kuruluşuyla sürükleyici casusluk romanlarına parmak ısırtacak bir roman yapısına sahip. Birbirinden ilgi çekici kişilikleri, merakı gitgide artıran olay örgüsü ile tam bir usta işi. 1940’ların İstanbul’u bir şairin anlatımında çarpıcı görüntülerle canlanıyor” değerlendirmesinde bulunmuş. Bu ifadeler eserin, İlhan’ın başka romanları için de söylenebilecek sinemaya yatkınlığını belirtmesi ile önemli olduğu gibi, romanın bir politik eser olmakla yetinmeyen zengin içeriğini de hayli iyi anlatıyor. Nazım Hikmet’ten Sarı Mustafa’ya (TKP kurucularından Mustafa Börklüce) ve Şevket Süreyya Aydemir’den Suat Derviş’e pek çok gerçek karakteri az ya da çok romanın parçası yapan yazar onları kurgu karakterlerle ustalıklı düşünülmüş bir şekilde bir araya getiriyor ve Refiğ’in saptadığı gibi, merak duygusunu hep diri tutan bir sonuç elde ediyor. Yazarın buradaki en önemli başarılarından biri belki de, tüm bu karakterleri ve irili ufaklı olayları usta bir gerçekçilikle birlikte kullanabilmesi ve tüm o lirik dilin ilginç bir şekilde uyum sağladığı bir gerçekçilik duygusunu yakalaması. “Aynanın İçindekiler” dizisindeki tüm kitaplar gibi aynı epigrafla açılıyor bu eser de: “Bu kitapta anlatılanların gerçek kişilerle ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur. Onları ben, büyük bir aynanın içinde gördüm. Üstelik ayna dumanlıydı ve olmayan bir şehirde geziniyordu”. Akıllıca yazılmış bir metafor bu ve “gerçekle hiçbir ilgisi yoktur” ifadesi romanın kurgu yönüne işaret etse de, aynanın sonuçta olanı aynen gösterdiğini düşününce, bu objenin seçilmesi okuduklarınızın “gerçekliği”ne de işaret ediyor aslında. Elbette, “duman”ın gizlediği ve değiştirdiği şekilde. Her bölümün girişinde ve kapanışında gerçek belgelere (gazete yazıları, konuşmalar, istihbarat belgeleri vs.) yer verilmiş olması da gerçekçiliğin peşine düşülmüş olduğunun göstergesi olarak kabul edilmeli.

Türkiye’nin taraflar arasında bir denge politikası izleyerek, devam etmekte olan savaşa dahil olmamaya çalıştığı ama bunun bedelini de ödemek zorunda kaldığı bir dönem 1940’lı yılların ilk yarısı. Nazilerin cephede bariz bir üstünlük gösterdiği tarihlerde ülke yönetiminin bazı unsurlarının ve bunların medya gibi yerlerdeki karşılıklarının Almanya’ya gittikçe artan bir sempati ile bakmaya başladıkları ve bu bağlamda faşizan bir baskının, adı böyle konmasa da, ülkeye hâkim olduğu ve bunun en büyük bedellerinden birini de komünistlerin ve genel olarak solun ödediği yıllarda yaşanıyor olaylar. Romanın kahramanı Ahmet Ziya Almanya’da mühendislik eğitimi görürken sonradan Alman Komünist Partisi’ne dönüşecek olan Spartakist harekete ilgi duymuş, Soveyetler Birliği’nde TKP üyesi olarak bulunmuş ama sadece TKP içindeki değil, Sovyet Devrimi içindeki ayrışmaların da etkisi ile faaliyetin aktif bir parçası olmaktan bir süredir uzak durmuştur. Roman onunla birlikte, hevesli solcu ve dayısına hayran akademisyen Doğan Rumeli karakterini ikinci kahraman olarak kullanıyor ve her ikisinin yaşadıklarını ve eylemlerini (ya da eylemsizliklerini) dönemin etkileyici bir resmini çizmenin aracı yapıyor. Attilâ İlhan geçmişin anılarını sık sık bugünün parçasını yaparak, Ahmet Ziya üzerinden Türk solunun ağızda acı bir tat bırakan tarihini de anlatıyor; belki bir romanın hacmi ile sınırlı bu tarih ama kesinlikle ve özellikle de meraklısına çok şeyler anlatıyor.

Attilâ İlhan’ın eski sözcükleri bolca kullanma tercihi, o sözcüklere hâkim olmayanları sık sık sözlüğe başvurmaya zorlayacaktır romanı okurken ve bazı kişi, örgüt ve kurum isimleri da ilgili terminoloji ve ve dönem hakkında yeterince bilgisi olmayanlar için benzer bir araştırmayı gerektirecektir. Sultan Galiyef, Vâlâ Nureddin ve Şefik Hüsnü gibi isimler; KUTV (Nazım Hikmet’in de öğrenim gördüğü Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi) ve RABFAK (Sovyetler Birliği’nde emekçileri üniversiteye hazırlayan eğitim kurumu) gibi kurumlarla ilgili herhangi bir dipnota da yer vermemiş İlhan. Buna karşılık, bazı karakterlerin ismi geçtiğinde dipnotlarla o karakterlerin yer aldığı serinin diğer romanlarına eserlerin isimleri ile göndermede bulunulması özellikle yedi kitabı da okuyanlar ya da okumak isteyenler için doğru ve gerekli bir seçim olmuş.

Cinselliğin karakterlerin eylemlerinde ve yaşamlarında belirleyici bir öğe olarak yer aldığı romanda kadın karakterlerin genellikle, özellikle bu öğe üzerinden, olumsuz, pasif ya da suçlu profillerle çizilmesi bir parça rahatsız edici ama İlhan’ın yapıtlarını bilenler için kadınların karakterlerinin cinsellik bağlamında değerlendirilmesi pek de şaşırtıcı olmayacaktır. Özellikle Ahmet Ziya’nın eski eşi Doktor Melek’in kötülüğünün dışavurumunun aracı olarak kullanılan “cinsel iştah”ı, yazarın karakterlerin olumlu ve olumsuz özelliklerini fiziksel olanlarla da örtüştürmesinin bir örneği ve kitabın yazıldığı dönem için de eski ve pek doğru olmayan bir tercih aslında. “Sinsi ve hınzır Yahudilikler kımıldayan” gibi ifadeler de benzer şekilde problemli kuşkusuz.

Ahmet Ziya’nın yüksek ateşle yattığında geçmişin ve bugünün olaylarının, karakterlerinin ve duygularının iç içe geçmesini anlatan bölümün parlak bir örneği olduğu güçlü bir metin bu. Bir şairin elinden çıktığı açık olan ve romana büyük bir keyif katan lirik gerçekçilik dili eserin en çekici yanlarından biri olmuş. Attilâ İlhan’ın işte bu dil ile İstanbul’un da romanını yazmış bir bakıma. Özellikle “Yüzyıllık Bizans rutubet”ini taşıyan Beyoğlu bölgesini romanın karakterlerinden biri kılan yazar bunun bir başka örneğini de toplumun, şehrin ve tüm ülkenin üzerine çöken karanlığı daha da ağırlaştıran İstanbul’un “rakı dumanı sis”i için yapıyor. Ahmet Ziya’nın İstanbul’un farklı noktalarındaki yürüyüşleri ve buluşmalarını somut ve soyut objeleri fiziksel özelliklerine ve çağrıştırdıkları duygulara göndermede bulunarak çok zengin bir lirizm ile anlattığı satırlar bunun çarpıcı örneklerinden biri. Öyle ki zaman zaman satırların arasına karanlık bir İstanbul şiirinin dizelerinin sızdığını hissediyorsunuz ve okuma keyfini daha da artırıyor bu başarı.

Attilâ İlhan, “Bana öyle geliyordu ki Osmanlı’nın çöküş yıllarından başlayıp, 27 Mayıs’a kadar birbirini izleyen olayların iç diyalektiği vardır, bir de dış diyalektiği: Bunların gelişim ve etkileşim süreçlerini bir romanlar dizisi içinde toplamak ilginç olabilir” demiş “Aynanın İçindekiler” serisini yazmaya götüren düşüncesini açıklarken. Gerçekten de ortaya, tıpkı hedeflediği gibi, ilginç bir sonuç çıkmış ve “O Karanlıkta Biz” de bu sonucun önemli bir parçası olmuş. Savaş, yokluk, pahalılık, varlık vergisi, casusluk oyunları, suikast, faşizm ve otoriter yönetimin damgasını vurduğu karanlık yılların anlamını okuyucuya açan ve onu başka okumalara teşvik eden bu kitap solun, 1917 devriminden başlayarak nasıl parçalanmaya ve ideallerinden sapmaya yöneldiğini anlatırken, Türkiye solunu sıkı bir eleştirinin konusu yapıyor. Bu eleştiri önemli çünkü yazarın Sarı Mustafa’nın ağzından kurduğu cümlelerin içerdiği saptama ve uyarılar solun sorumluluğu ve durumu için bugün de aynen geçerli: “… dünya ateşler içinde, Türkiye harbin ve faşizmin karanlığından geçiyor; o karanlıkta biz, istikbalin ateş böcekleri, bir arada durmalıyız; halkın yolunu aydınlatabilmeye, gücümüz ancak yeter; lüzumsuz gayretkeşliklere düşüp, böyle sağa sola savrulursak, korkarım…”.

Kendi yarattığı karakterler ile gerçek olanları ustaca tasarlanmış bir kurgu ile bir araya getiren Attilâ İlhan, gerçekten yaşamış olanların her birinin hayatı hakkında daha derin bilgiler edinme merakı da uyandırıyor okuyucuda. Kuşkusuz geniş bir birikim, güçlü bir hafıza ve 1980’lerin imkânları içinde yoğun bir arşiv araştırması da gerektiren bir başarı bu; bu güçlüğün bir sonucu mudur bilmiyorum ama bu gerçek karakterlerin birinin ismi ile ilgili bir soru işaretini de ilginç bir not olarak anmakta yarar var. Radyoda çalan “Kenan Esengin Dans Orkestrası”ndan bahsediyor bir bölümde yazar ama 1940’lı yıllarda Ankara Radyosu’nda görev yapan ve kadrosunda Celal İnce, Saime Kentmen Şerbetçi ve Orhan Sezener gibi ünlü isimlerin yer aldığı orkestranın adı “Nihat Esengin Orkestrası”ydı ve adını kurucusu olan saksofoncu Nihat Esengin’den alıyordu. Kenan Esengin ise 1940’lı yıllarda ordudaydı ve tuğgeneralliğe kadar yükselip, 27 Mayıs darbesinden sonra Kurucu Meclis’te 4 yıl boyunca milletvekilliği de yapan bir başkasıydı.

Yaşlılık / Dostluk – Cicero

Romalı devlet adamı, filozof, yazar ve hukukçu Marcus Tullius Cicero’nun MÖ 44 tarihli iki kitabı. Çok üreten ve farklı alanlarda çok faal bir isim olan Cicero bu kitapların ilkinde yaşlılık, ikincisinde ise dostluk üzerine düşüncelerini diyaloglar formatında ve farklı gerçek tarihî kişilikler üzerinden dile getirmiş. Retorik yeteneği ile bilinen yazarın bu iki kitapta üzerinde durduğu konular, sorunlar ve çözümler aradan geçen onca yılda insanların ve meselelerinin hiç değişmediğini ve insanın doğasının aynı kaldığını rahat okunan ve öğüt veren içeriği ile dikkat çeken bir dil kullanarak anlatıyor. Bugün belki çok yeni görünmeyebilir okuduklarınız ama ilki ile yaşlılığın, ikincisi ile dostluğun güzelliğini anlatan ve hatırlatan kitaplar okunmayı hak eden yapıtlar. Feci bir şekilde öldürülerek hayatını kaybeden, başı kesilen ve konuşma yeteneğinden intikam alırcasına dili Romalı politikacı Marcus Antonius’un eşi Fulvia tarafından firkete ile defalarca delinen Cicero’nun işte bu yeteneğinin de kanıtı bu kitaplar!

Hasan Âli Yücel 1938 – 1946 yılları arasındaki Millî Eğitim Bakanlığı döneminde Türkiye’nin süratle dünyadaki uygarlık birikimine erişmesini amaçlamış ve bunun için bir tercüme seferberliği başlatmıştı. 1946’da görevi bıraktığında dünya klasiklerinden 496’sı Türkçeye kazandırılmış durumdaydı. Yücel’in başlattığı “Dünya Klasikleri” dizisinin kapsamında yayımlanan Cicero’nun bu iki kitabından “Yaşlılık”ı dilimize Ayşe Sarıgöllü, “Dostluk”u ise Türkân Tunga çevirmiş. Her iki kitapta da Roma ve antik Yunan tarihindeki kişiler başta olmak üzere, tarihteki önemli olaylar, kültürel olgular ve felsefe ile ilgili bolca not var; bu notlar sık sık okumayı bölebilir meraklısı için ama onlarsız da Cicero’nun metinleri yeterince açık. Yine de bu kısa notlar okuduğunuz kitapları ve anlatılanları, dile getirilen düşünceleri sağlam bir kültürel, tarihî ve edebî bağlama oturtabilmek için oldukça yararlı. Her iki kitap da eserleri açıklayan ve iyi hazırlanmış önsözler var; ilk kitaptaki önsöz çevirmene ait ama ikincisi için herhangi bir bilgi verilmemiş.

“Yaşlılık” (Orijinal adı ile, farklı varyasyonları olsa da, “Cato Maior – De Senectute”) için yazdığı önsözde çevirmen Ayşe Sarıgöllü yazarın bu eseri “yaşlılığın yükünü hafifletmek için” kaleme aldığını dile getirdiğini belirtmiş. Cicero yakın arkadaşı Titus Pomponius Atticus’a (Romalı bir editör, banker ve yazarların hamisi olan Atticus ile Cicero arasında 400’den fazla mektuplaşma olduğu biliniyor) ithaf ettiği kitabı bir soru ve cevap biçiminde oluşturmuş. Soruları soranlar Cornelius Scipio Aemilianaus (Romalı asker ve devlet adamı) ve Aemilianaus’un arkadaşı Laelius (Romalı devlet adamı), yaşlılık üzerine konuşmayı yapan ise Yaşlı Cato olarak da bilinen Marcus Porcius Cato (Romalı senatör, asker ve tarihçi). Yazarın, düşüncelerini Cato’nun ağzından dile getirdiği kitap yaşlılıkla ilgili olumsuz düşünceleri çürütmek ve yaşamın bu devrinin kendi güzelliklerine, hatta onu yaşamın en iyi dönemi olarak nitelenmesini gerektirecek özellikleri üzerine kurulmuş. Yaşlılığa karşı en etkin silahın, “Bilgili ve erdemli olmak” olduğunu söyleyen, daha doğrusu Cato’ya söyleten Cicero, hayatın bu son dönemini kötü gösterenlerin öne sürdüğü dört nedeni (“İnsanı işlerden uzaklaştırması”, “Bedeni Zayıflatması”, İnsanı hemen her zevkten yoksun kılması” ve “Ölüme yakın oluşu”) tek tek ele alıyor ve her birine cevabını veriyor. Cato 84 yaşındayken (Cicero kitabı 62 yaşındayken yazmış ve 1 yıl sonra kaybetmiş hayatını) gerçekleşen sohbette örneğin bu nedenlerin üçüncüsü için şunu söylüyor yazar: “… insan gücünü yönetmesini bilmeli, ancak gücünün yettiği kadarına el atmalı; işte böyle olursa, insan eski gücüm kalmadı diye yazıklanamaz”. Özlü sözlerden hoşlananlar için bolca alıntı potansiyeli taşıyan kitap insanın sorularının da -yeterli ya da yetersiz- cevaplarının da ezeli ve ebedi olduğunu göstermesi ile de önemli bir yapıt.

Cicero’nun diğer kitabı olan “Dostluk” da (Orijinal adı ile “Laelius de Amicitia”) bir diyalog formatında yazılmış ve yine Atticus’a ithaf edilmiş. MÖ 129 yılında geçtiği varsayılan konuşmanın tarafları Gaius Laelius Sapiens (Romalı devlet adamı olan Laelius, Cicero’nun dostu olan Scipio’nun çok yakın arkadaşıydı) ve damatları Scaevola ve Fannius. Her ne kadar damatlarının dostluk üzerine sorularını cevaplayan Laelius olsa da, kendisi sık sık Scipio’nun düşüncelerini referans alarak adeta onu konuşturuyor diyaloglarında. Dostluğu, “İnsanların insanlarla ve tanrılarla ilgili her şeyde yakınlık ve sevecenlik duygularıyla anlaşması” olarak tanımlayan Cicero, önsözde belirtildiğine göre, Aristo (Yunan filozof), Theofrastos (Yunan bilim adamı ve düşünür) ve Panaios’un (Yunan filozof) eserlerinden de yararlanmış kendi kitabını yazarken. Dostluğun temelinin erdeme duyulan saygıya dayandığını öne süren Cicero, insanın erdemden ayrılması durumunda dostluğun sürmeyeceğini söylüyor. Dostluğun güzelliğini, sürmesi için gereken koşulları (dosta yardım etmek için, “(dostun) pek doğru olmayan isteklerine yardım etmek zorunda kalınırsa, doğru yoldan biraz sapılabilir; yeter ki büyük bir onursuzluğa düşülmesin” diye yazacak kadar değerli buluyor dostluğu Cicero!) ve gerekliliğini (“Doğa yalnızlığı sevmez”, “…insan sanki iki ruhtan bir tek ruh yaratmak üzere ruhunu onunkiyle (dostunki ile) birleştirir”) anlatıyor temel olarak bu eserde.

(“Cato Maior – De Senectute” – “Laelius de Amicitia”)