Mahkemelerde – Sabahattin Ali / Nüket Esen / Nezihe Seyhan

Sabahattin Ali’nin 1930 ve 40’larda olarak kendisini sürekli içinde bulduğu mahkeme süreçleri ile ilgili belgelerin toplandığı bir kitap. Kızı Filiz Ali’nin babasına ait bir sandıkta bulduğu belgelerden yola çıkarak, Nüket Esen ve Nezihe Seyhan tarafından yayıma hazırlanan eser ilk kez 2004’te basılmış. Sanatın ve sanatçının başına gelenler açısından bu topraklarda pek de değişen bir şey olmadığını gösteren kitap, Ali’yi daha yakından tanımak ve 1948’de Bulgaristan’a kaçmaya çalışırken -bugün mahiyeti hâlâ kesin olarak bilinemeyen bir şekilde- öldürülerek hayatını kaybeden edebiyatçının yaşamak zorunda bırakıldıklarını daha iyi anlamak için önemli bir araç işlevi görebilecek içerikte bir yapıt. Orijinali Arap harfleri ile yazılmış olan belgelerin Türkçe harfleri ile karşılıkları üretilirken, bugün pek çoğu hiç kullanılmayan sözcüklerin (“şitap”, “maznun” vs.) günümüzdeki karşılıklarının en azından dipnotlarda verilmemiş olması özellikle 1930’lu yılların belgelerinde sık sık sözlüğe bakmak ihtiyacı duyuruyor ama yine de ilgiyi hak eden bir kitap bu.

Belgelerin görüntülerine yer verilmesi ve ilişkili olayların okuyucuyu bilgilendirecek şekilde ve kısaca da olsa açıklanması doğru tercihler olmuş kitap için. Nüket Esen ve Nezihe Seyhan’ın, baştaki önsözlerinde hem Ali hem kitaba konu olan belgeler hakkında okuyucuyu bilgilendirmesi de benzer bir katkı sağlıyor kitaba. Kimi daktilo ile hazırlanmış olan belgelerin kimilerinin ise Ali’nin el yazısını taşıyor olması da okuyucuyu heyecanlandırabilecek bir unsur. Bu küçük hacimli kitapta yer alan belgelerin bir kısmı Sabahattin Ali’nin mahkemelerdeki duruşmalarda kendisini savunmak için hazırladığı metinler veya notlar olarak onun elinden çıkmışken; bazıları da avukatlarının savunmaları, hakkında açılan davalarla ilgili savcıların iddianameleri veya yine onun hakkındaki şikâyet metinleri. Dolayısı ile kitabı Ali’nin bir eseri olarak tanımlamak doğru değil; bu bağlamda kitabın sahipliği daha çok hazırlayanlara ait gibi görünüyor.

Ali’nin elinden çıkan savunma metinleri düşünce özgürlüğü ve aydın olmanının sorumlulukları üzerine günümüzde de -maalesef- aynen kullanılabilecek ifadeler içeriyor. “Mahkeme zabıtları gelecek nesillerin elinde birer vesikadır” diye yazmış Ali, Atatürk’e hakaret ettiği iddiası ile açılan bir dava ile ilgili temyiz başvusurunda ve aynı yazıda “Çünkü adaletin yanlış tatbik olunduğu bir yerde mahpus olmak serbest gezmekten daha şereflidir” demiş. İsimleri ve tarihleri değiştirerek ve metinlerin geri kalan kısmını aynı tutarak bugün hazırlanmış olduğunu da rahatlıkla iddia edebileceğimiz belgelerle ilgili dipnotlarda ilişkili davaların sonuçlarının belirtilmesi de okuduklarınıza ve Ali’nin hayatına daha bütünsel bakabilmeye imkân sağlıyor. Yine de, kronolojik olarak peş peşe gelmeleri işi kolaylaştırıyor olsa da, ilişkili yazıların gruplandırılması ve bilgilendirmelerin bu bağlamda yapılması daha iyi bir editörlük örneği olurmuş. Kitabın adı olan “Mahkemelerde” belgelerin önemli bir kısmı düşünüldüğünde doğru bir seçim ama yapıttaki belgeler sadece davalarla ilgili değil; örneğin Atatürk’e hakaret etmekten on ay cezaevinde kaldığı dönemde cezaevindeki diğer mahkûmlardan tecrit edilmesi yüzünden yazdığı bir şikâyet başvurusu, yine cezaevindeyken yazdığı ve bir idam mahkûmunun son günü ile ilgili notlar veya ülkedeki suç, suçlu ve cezaevi türleri ile ilgili bir yazı gibi farklı nitelikte belgeler de var kitapta.

Kitapta Ali’den bağımsız olarak ilgi çekebilecek, 1899 tarihli bir belge de var. O tarihte İzmir’de hapiste olan Bulgar, Ermeni ve Rum mahkûmların yazışmaların Türkçe olması zorunluluğu ile ilgili şikâyetini gösteren bu belge -yine günümüzde de uzantıları olan- ilginç bir metne sahip (Keşke bu belgenin bir örneği olduğu gibi, bazı yazıların tarihsel sonuçlarının ne olduğuna, örneğin o dönemdeki dil yasağının akıbetine yönelik bilgilendirmeler de olsaymış kitapta). Diğer önemli belgeler ise, “Kuyucaklı Yusuf” romanının “aile hayatı ve askerlik aleyhinde” olduğu gerekçesi ile açılan dava ile ilgili; mahkemenin isteği üzerine üç farklı isimden bilirkişi görüşü alınmış: Reşat Nuri Güntekin, kurmay deniz subayı Münci İlhan (Nazım Hikmet’i motorla yurt dışına kaçıran Refik Erduran’ın dayısının oğlu olan İlhan o sırada Boğaz komutanıymış!) ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu. Bu bilirkişi görüşleri romanıı şikâyet ve dava edenlerin görüşlerinin aksine oldukça aydınlıkçı bir bakışın ürünü olarak eserin aklanmasını sağlamışlar.

Kitapla ilgili bir dile getirilebilecek bir diğer editörlük eleştirisi ise, bazı belgelerle ilgili konular için eseri tarihsel bağlamda da bir yere oturtabilecek kısa araştırmaların yapılmamış olması. Örneğin Cami Baykurt gibi isimler veya yazarın çıkarmaya çalıştığı Yeni Dünya Gazetesi hakkında kısa da olsa bilgilendirmeler ek bir önem katabilirmiş kitaba. Burada bir çarpıcı örnek olarak 1945’te İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanlığı’na hitaben yazılan ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki sanık ve mahkûmlara uygulanan işkence ile ilgili şikâyet mektubu verilebilir. Kitaptan Ali’nin o sırada cezaevinde olmadığını anlıyoruz ama mektubun imzacıları hakkında herhangi bir bilgi yer almıyor notlarda. Editörlükle ilgili bu tercihler kitabın değerini kesinlikle düşürmüyor ama daha kapsamlı ve bütünsel bir eserin ulaşacağı önemden de yoksun bırakıyor onu. Ülkemizde eserleri hâlâ popülerliğini koruyan, hayatı ülkede sanatçı olmanın yazgısının sembolü hâline gelen Ali ile ilgili her kitap gibi bu da ilgiyi hak ediyor ve gerçek belgelere dayanması nedeni ile bu ilgi daha da gerekli oluyor. Bir yazarı ve dönemindeki Türkiye’yi daha yakından tanımak için okunması gereken bir kitap, özetlemek gerekirse.

Ateşler – Marguerite Yourcenar

Marguerite Yourcenar’ın 1936 tarihli kitabı. Yunan mitolojisinden esinlenen hikâyelerle, yazarın kendi iç dünyasındaki çalkantılar ile ilgili notların bölümler hâlinde iç içe geçtiği kitap İngilizceye ilk kez tam 45 yıl sonra çevrilmesinin de gösterdiği gibi Yourcenar’ın en bilinen ya da popüler eserlerinden biri değil. Mitoloji ya da klasik Yunan edebiyatının karakterlerinin ve onların öykülerinin bir bakıma yeniden yaratıldığı ya da yorumlandığı, belli belirsiz bir şekilde modern unsurlarla beslendiği ve çok güçlü bir dil ile yazıldığı öyküler edebî düzeyleri ile, kişisel notlar ise -aslında hemen hiçbir şey ele vermeden- saptamaları, sorgulamaları ve iç dökmeleri ile dikkat çekiyor. Öykülerin yer aldığı bölümlerin bir nesir şiir olarak tanımlanabileceği kitap tüm Yourcenar eserleri gibi saf edebiyatın tadını veren, kesinlikle önemli bir yapıt.

Yourcenar’ın, kitabını ithaf ettiği Hermès (yazarın eski aşığı olduğu söyleniyor bu kişinin) mitolojide sınırların (ve sınır taşlarının), yolların ve yolcuların, hırsızların, sporcuların, çobanların, ticaretin, kurnazların, zeki nüktedanların ve uykunun tanrısı olarak biliniyor. Kitapta yer alan dokuz ayrı hikâyede (bir kısmı monolog şeklinde bu öykülerin) Hermès değil ama antik Yunan öykülerinin kahramanları baş köşeyi alıyor ve yazarın güçlü kaleminin çekici unsurları oluyorlar. Çeviriyi yapan Sosi Dolanoğlu’nun kitabın sonunda farklı kaynaklardan (bunlardan biri de Azra Erhat’ın 1972 tarihli güçlü eseri “Mitoloji Sözlüğü”) derlediği bilgiler bu karakterleri ve aralarındaki ilişkileri okuyucunun anlamasına yardımcı oluyorlar ki Yourcenar’ın eserinden alınan keyfi daha da artırıyor bu bilgiler. Bu yardımcı notlar olmadan da kesinlikle okunabilir kitap ama Yourcenar’ın hikâyeleri, eski Yunan edebiyatı ve mitolojiden alıp nasıl yeniden yarattığı ve/veya zengin bir şekilde dönüştürdüğünü sağlamak gibi önemli bir işlevleri de var. Yazarın kitabın ilk kez yayımlanışından 31 yıl sonra, 1967’de yazdığı önsöz de benzer şekilde ve kuşkusuz ki çok daha üst bir boyutta zenginlik katmış kitaba. “Doğrusunu söylemek gerekirse “Ateşler” bir gençlik kitabı değil: 1935’te yazıldı; otuz iki yaşındaydım” cümlesi ile başlayan bu önsöz yazarın, eseri üzerine çok değerli ve önemli açıklamalarını içeriyor. “Bir aşk bunalımının ürünü”, “bir aşk şiirleri derlemesi” ve “belli bir aşk mefhumuyla birbirlerine bağlanmış bir dizi lirik düzyazı” olarak tanımlıyor kitabını yazar ve eserini hem içerik hem biçim olarak açıyor okuyucu için.

Esinlendiği Antik Yunan öykülerini ve karakterlerini, onları işleyen başka sanatçıların gözünden de değerlendiren Yourcenar’ın önsözü onun edebiyat tarihinde entelektüel sözcüğünün en çok yakıştığı sanatçılardan biri olduğunun -tek başına bile- sağlam bir kanıtını oluşturuyor. Önsözde dokuz öykünün her birini esin kaynakları ile birlikte açıklayan yazar kitabının “her yerinde geçmişi bugünle harmanla”dığını söylüyor. Bu modernleştirme zaman zaman belli belirsiz gösteriyor kendisini öykülerde ve daha çok modern dünyanın unsurları (asansör, gazete, metro, telefon vs.) ile sızıyorlar anlatıya. Yazarın asıl modernleştirmesi, bu öyküleri bir yandan aslına sadık kalarak, bir yandan da bambaşka bir ruhla yeniden yaratması üzerinden gerçekleşmiş.

Yapıt “Umarım bu kitap hiç okunmaz” cümlesi ile açılıyor ve önsözde de “asla okunmamasını dilediğim bir eser” ifadesi yer alıyor. Bu düşüncenin temel nedeni öykülerin arasında yer alan “iç dökme”lerin kişisel boyutu olsa gerek. Aslında yazarın bu bölümlerde dile getirdikleri, bir yandan belki çok özel olan ama öte yandan da hiçbir özel bilgi içermeyen metinler. “Mutsuz aşk yoktur; sahip olmadığımıza sahibizdir yalnız. Mutlu aşk yoktur; sahip olduğumuza sahip değilizdir artık” veya “Korkacak bir şey kalmadı. Dibe vurdum. Senin kalbinden daha aşağıya düşemem” tarzında kimi çok kısa metinler bunlar ve bazıları alıntı meraklılarının da hayli ilgisini çekecek türden ifadeler içeriyor. Yazarın 1937 ile 1979 arasındaki sevgilisi olan Grace Fick ile tanışmadan önceki ve başarısızlıkla örülü olduğu açık olan bir aşkının yaratıcısı ve tetikleyicisi olduğu bu bölümlerde yazılanlar mitolojik esinli öyküler ile ilk bakışta örtüşmüyor gibi görünüyor ama aslında bu iki “ayrı eser”in ortak bir teması var: Tutku. “Korkunç olan tek şey kullanılmamak. Beni ne istersen yap, bir ekran, hatta iletken metal bile olabilir” veya “Acıyı öğrenmek için aşka ihtiyacımız varmış” vb. cümleler kişisel anlatıdaki içeriğin örnekleri olurken, dokuz öykünün her birinin kahramanları aşklarının, tutkularının -trajik- sonuçlarını yaşıyorlar genel olarak.

Fransız Akademisi’ne seçilen ilk kadın olan Yourcenar’ın yazar olarak ne kadar önemli bir isim olduğunu, örneğin “Magdelalı Meryem ya da Selamet” gibi çok güçlü bir dinsel inancı olanın kaleminden çıkmışcasına etkileyici ve ikna edici bir gerçekçiliği olan bölümünün her satırında gösteren kitabı için Amerikalı edebiyatçı Stephen Koch “yazılmamış bir roman” tanımını kullanmış. Özellikle kişisel bölümlerdeki “parçalardan oluşan” dil olmuş herhalde Koch’u bu tanımı kullanmaya iten. Bu parçalar peş peşe okunduğunda, kötü sonuçlanan bir aşkın kronolojisi olarak kolaylıkla tanımlanamayacak kadar “bağımsız” görünüyor ama dikkatli ve yorumlamaya hevesli bir okuyucu kitabın son sayfasında yer alan “Mutluluk ancak bir umutsuzluk temeli üzerine kurulabilir. Sanırım inşa etmeye koyulabileceğim” ifadesinin bir sonu ve yeni bir başlangıcı ima ettiğini göreceği üzere, tüm o öykülerin arasındaki parçaların yazarın kişisel hikâyesini de (ya da hikâyelerinden birini de) anlattığını fark edecektir. Özetle söylemek gerekirse, Batı yazın dünyasının ana kaynağı olarak sayılabilecek mitolojiden kendi dilini ve kendi öykülerini ustalıkla yaratacak şekilde esinlenen, daha doğrusu onları dönüştüren Yourcenar’dan okunması gereken bir kitap bu da.

(“Feux”)

Ülker Abla – Seray Şahiner

Seray Şahiner’in 2021 tarihli romanı. Edebiyatımızın genç isimlerinden biri olan ve 2012’de “Hanımların Dikkatine” ile Yunus Nadi Öykü Ödülü ve 2018’de “Kul” ile Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanan yazarın erkek şiddetinin, daha genel bakılırsa da erkek dünyasının kurbanı olan bir kadının evden kaçtıktan sonra yaşadıklarını anlatan “eğlenceli” kitabı, ülkenin güncel gerçeklerini mizahî dilinin aksine, hayli sert bir biçimde getiriyor okuyucunun karşısına. Kitaba adını veren Ülker Abla ise ironik dili, direnmek ile kurban olmak arasında gidip gelen ruh hali ve okuyucuya bolca alıntı imkânı veren ifadeleri ile edebiyatımızın son dönemlerinde yarattığı en güçlü karakterlerden biri olması ile kitabın en çekici unsurlarından birini oluşturuyor.

Kitabın arka kapağında şu alıntı kullanılmış: “Hani diyorlar ya, rüyamda bunun bir rüya olduğunu biliyordum diye… Kâbustayım ama bunun hayatım olduğunu biliyordum”. Eserleri tiyatroya da uyarlanan ve ilk romanı olan “Antabus”un uyarlaması ile Afife Tiyatro Ödülleri Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü’nü kazanan Şahiner’in romanının kahramanı olan Ülker Abla söylüyor bunu. Yazarın kitabın girişinde kullandığı ve Dante’nin “İlahi Komedya”sından alınan, “Çevrene iyi bak, söylense inanmayacağın şeyler göreceksin” cümlesi, önemli bir kısmının sonu gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin veya bir süredir de gündüz kuşağı reality programlarının konusu (ve sömürü aracı) olan kadınların hikâyesine hayli uygun ve Ülker Abla da işte o kadınlardan biri. Baba zulmünden kaçarken koca zulmüne düşen ve evden kaçıp, hastanelerde yalnız kalan hastalara refakatçilik yaparak hayatta kalmaya çalışan Ülker Abla’nın yaşadıkları ve gözlemleri üzerinden Seray Şahiner hem ülkenin bazı güncel konularına değiniyor hem de kadınların bu ülkede sadece kadın oldukları için başlarına gelenlerin sıradanlaşmasının dehşetini güçlü bir biçimde kanıtlıyor.

Romanın ilk satırlarında “Ben: Ülker. Diriyim. Şimdilik” diyor hikâyesini kendi ağzından dinlediğimiz Ülker Abla. Kitabın kapanışında ise yine onun “Ben: Ayşe Çetin. Diriyim. Bir süre daha…” ifadesini okuyoruz. Bu isim değişikliğine giden süreç ise trajik bir hayatın mizahî, ironik ve sarkastik bir anlatımı. “Ne sığınabilecek bir geçmişim ne yürüyebileceğim bir gelecek var. Ben burada, sığındığım yerde mahsur kaldım: Şimdide” cümleleri ile kendisini tanıtıyor Ülker Abla ve 20 yılın dayakla geçtiği bir evlilikten kaçıp, kendisini bir hastanenin acil servisinde refakatçi olarak bulmasına neden olan durumları ve sonrasını içtenlikle dolu, kendisi dahil her şey ve herkes ile dalga geçtiği bir dil ile anlatıyor. Seray Şahiner işte bu kadını kahramanı yaptığı romanında güncel meselelerden de yararlanırken, müthiş bir hastane hayatı gözlemine dayalı ve hayli içeriden bir anlatım kurmuş. Az ya da çok hastanede (hasta odalarında veya acil serviste) kalmış, hele de refakatçi olarak orada birkaç gün geçirmiş herkesin -belki bir yandan da gülerek- kendisini tekrar o günlerde bulacağı kadar gerçekçi, doğru ve derin bu gözlemler eserin kesinlikle en güçlü yanlarından birini oluşturuyor. Bu gözlemler insan doğası, acizlikleri ve ikiyüzlülükleri üzerine de tüm o yalın ve basit görünümü altında gerçekten çok şey söylüyorlar okuyucuya.

Temel olarak 3 farklı mekânda geçiyor roman: Hastane, sokaklar ve sığınılan bir ev. Hayatta kalabilmek için sürekli dikkatli ve uyanık olması gereken Ülker Abla yaşama hayli sarkastik yaklaşıyor. Kesinlikle güldürecek, hatta bazen kahkaha bile attırabilecek ifadeleri ve yaklaşımları var (aslında zorunluluktan gelişiyor tüm bunlar biraz da) kadının. Burada Ülker Abla’nın kültür düzeyinde bir kadından beklenmeyecek tavır ve konuşmaları zaman zaman gerçekçiliği zorluyor açıkçası ve hatta -muhtemelen tam da bu nedenle- yazar -Ülker Abla’nın ağzından- buna bir açıklama da getiriyor; ne var ki tam olarak ikna edici bir açıklama olamıyor okuduğumuz.

Gündüz kuşağı programlarından İstanbul’u boğan inşaatlara ve yeni dönemin “müslüman” zenginlerinden kaçak göçmenlere popüler meseleleri romanının parçası yapan Şahiner kitabını kısa, bazen çok kısa cümlelerle yazmış. Ülker Abla’nın düşünce akışına uygun bir seçim bu ve bir yandan da kitaba sürükleyicilik kazandırmış. Bu tercih derinlik ve/veya kalıcılık açısından bir soru işareti yaratıyor belki ama kahramanının dünyasına uygunluğu bunu bir sorun olmaktan çıkarıyor. Edebiyat dünyasına ilk olarak Şahiner’in “Antabus” romanında yardımcı bir karakter olarak giren ve yazarın “Ülker çareyi firarda bulmuş ve hayatla mizahı kalkan ederek başa çıkmaya çalışıyor. Hayatı boyunca ya zulüm görmüş ya dışardan bakanlar tarafından acınmış” sözleri ile tanımladığı Ülker Abla tiyatro sahnelerinde ve beyazperdede de hayat bulabilecek ve bulması gereken zenginlikte bir karakter ve ülke üzerine pek çok şey söyleyebilmenin de güçlü ve doğru bir aracı kesinlikle. Okunmalı.

Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı – Marguerite Yourcenar

Fransız yazar Marguerite Yourcenar’ın ilk romanı. Sanatçının 1921 ve 1922’de yayımlanan iki şiir kitabından sonra yayımlanan bu yapıtı ilk kez 1929’da buluşmuş okuyucu ile. Eşcinsel bir genç adamın iki yıllık bir evlilikten ve bir çocuktan sonra terk ettiği eşine yazdığı uzun bir mektup biçimindeki eser, insanın kendi doğası ile var olabileceği (ve öyle olması gerektiği) üzerine kırılgan, hüzünlü bir küçük roman. Kendini anlatmaya ama aslında kendini anlamaya çalışan bir genç adamın ağzından yazılması sayesinde, birinci şahıs dili üzerine kurulu olan yapıt, okuyucuyu bir yandan hayli yaklaştırırken eserin kahramanına, öte yandan tam da Alexis adındaki gencin arzu edeceği biçimde, onu hep belli bir mesafede de tutuyor. Kitabı Ağustos 1927 ile Eylül 1928 arasında yazan Yourcenar’ın tam 35 yıl sonra, 1963’te hazırladığı ve hayli değerli olan önsöz romanın kendisi ve onu yazma serüvenine yıllar sonra yeni bir değerlendirme getirirken, hem yazarın hem de onun en çok bilinen eserleri arasında yer almayan bu romanın önemini ve değerini hatırlatıyor.

Kitabın Metis Yayınları’ndan çıkan baskısında Avusturyalı ressam Egon Schiele’nin otoportrelerinden biri kullanılmış, çeşitli Fransızca baskılarda olduğu gibi. 28 yaşındayken, o sıralarda dünyayı kasıp kavuran İspanyol Gribi salgınında yaşamını kaybeden bu ressamın eserlerindeki figürler genelde hep belli bir hüzün taşırlar yüzlerinde. Romanın kahramanı Alexis’in hayatına da, eser boyunca bir kez bile doğrudan adı geçmeyen eşcinselliğinin neden olduğu iç çatışmalar nedeni ile hep bir hüznün ve kırılganlığın hâkim olduğunu düşünürsek doğru bir seçim olmuş Schiele’nin bir figürünü kullanmak; bu figürün bir otoportre olması da mektubun Alexis’in otoportresi olması ile uyumlu ayrıca.

Yourcenar 35 yıl sonraki önsözünde, konusuna eseri yazdığı tarihteki bakışla o günkünü karşılaştırıyor ve toplumla birlikte kendisinin de değiştiğini söylüyor. Bu nedenle eseri onca zaman sonra tekrar eline aldığında, endişeli olduğunu ve metinde ufak da olsa değişilikler yapması gerekeceğini düşündüğünü de belirtiyor başta. Ne var ki birkaç “üslup dikkatsizliği” hariç, hiç dokunmamış eserine ve iki neden belirtmiş bunun için: Eseri ait olduğu dönemden koparmanın yanlış olacağına inanması ve kitabın konusunun 35 yıl sonra da -ve tüm toplumsal değişikliklere rağmen- hâlâ güncelliğini koruduğunu görmesi. Kendisi de eşcinsel olan Yourcenar “cinsel özgürlük”le ilgili bir konunun nasıl ele alınması gerektiği üzerine de düşüncelerini belirtirken, eseri yazma serüveni sırasındaki tercihlerini de sorguluyor açık bir şekilde. Kuşkusuz meraklı bir okuyucu için hayli değerli olan bu önsözde yazar romanın kahramanının ve kitabın adı ile ilgili esin kaynaklarını da paylaşıyor. Buna göre, kahramanın adını, Romalı şair Vergilius’un bir pastoral şiirinde bir çobanın karşılıksız kalan eşcinsel aşkının muhatabı olan genç adamdan almış yazar. Kitabın alt isminin (ve biçimsel unsurlarının) esin kaynağı ise yine eşcinsel olan bir yazarın, André Gide’in “La Tentative Amoureuse, ou le Traité du Vain Désir” (Beyhuse Arzunun Kitabı) adlı eseri. Yourcenar kitabının içeriği ile ilgili asıl ilham kaynağının ise Alman yazar ve şair Rilke olduğunu söylüyor.

Konuşmadan gerçekleştirilen bir terk etme eyleminin arkasında yatanları açıklamaya çalışan bir mektuptan oluşuyor eser. “Her ne kadar yaşam zorsa da, hayatını açıklamaya çalışmak çok daha zahmetli” diyor mektubunun başlarında Alexis ve kendisinden beklediği sevgiyi vermesinin mümkün olmadığı eşine duyduğu saygı adına ama bir o kadar da, kendi kendisini de anlayabilmek için yazıyor bu satırları. Bu nedenle, bir açıklamadan çok, kendini sorgulama ve kendini kendine izah etme metni bu. “Çocukluğumu hatırladığımda, büyük bir endişenin, bütün bir ömrü kaplayacak olan bir endişenin kıyısındaki büyük bir sükûnet gibi görünüyor bana” ifadesi ile anlatılan bir çocukluk döneminden sonra o endişenin içinde buluyor kendisini Alexis ve direnmeler, iç çatışmalar, teslim olmalar ve gizlenmelerin birbirleri ile iç içe geçtiği bir yaşamın ezici baskısı altında kalıyor. Yourcenar, hayatını müzik dersleri vererek kazanan Alexis’in bu mesleği üzerinden müzik ve yaşamdaki yeri ve etkileri üzerine yazdıklarının bir örneği olduğu gibi, ilginç bir şeyi de başarıyor: Yazdıkları hem Alexis ve eşi için ve aralarındaki ilişki için bir şeyler söylerken bize, bir yandan da onlardan bağımsız olarak da okunabilecek içerikteler. Bir başka ifade ile söylersek, Alexis eşine hitap ederken aslında bir şekilde yazar da okuyucusuna hitap ediyor sanki. Bu nedenle olsa gerek, edebî alıntıları sevenlerin kaynaklarından biri olmuştur Yourcenar’ın bu eseri de.

Alexis mektubunda, çocukluğunda yaptığı bestelerden bahsederken “… eserlerimiz, onları yazdığımız sırada, yaşantımızın çoktan aştığımız bir dönemini temsil ederler” diyor. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde geçen romanı bu savaştan yaklaşık 10 yıl sonra yazmış Yourcenar ve o tarihlerde 24, 25 yaşlarındaymış. Romanının kahramanın cümlesi üzerinden yazarın bir bakıma kendisini anlattığını düşünmek mümkün; kahramanının eşcinselliğini, doğrudan olmasa bile, kadınların çoğunlukta olduğu bir ortamda büyümesi ile ilişkilendirmiş gibi görünmesi önsözde de belirttiği gibi kendisinin çoktan geride bıraktığı bir düşüncenin sonucu görünüyor örneğin. Yazarın kendisi de Alexis’in sorgulamalarından, iç mücadelelerinden geçmiş midir ya da ne ölçüde olmuştur bu bilmiyorum ama Alexis’in, eşini dürüst olmak ve gerçek adına terk etmeye karar vermiş olması belki yazarın kendi yaşamı için de geçerlidir. “Acıya saygı gösterilir, iradi olmadığı için” ve “Zevk sadece bir duygu olduğu için neden hor görülür anlamıyorum” cümleri Alexis’e ait olsa da, bir o kadar yazarın kendisine de ait sanki. Alexis’in hepsi ilk cinsel uyanışlarının içinde debeleyip duran ve kabalaşan erkeklerle dolu bir yatılı okulda hissettiği rahatsızlığı anlatan bölümler ancak içeriden bir bakışla bu denli etkileyici anlatılabilirdi elbette.

Hissettiklerinin br hastalık olarak görüldüğünü bilmenin ve bunun da etkisi olan suçluluk duygusunun, kendini kontrol edebilmek için girişilen mücadelenin neden olduğu mutsuzluğun, “yasak eğilimler”in sonucu olan “kendimizi içimize hapsetme”yi kabulün yarattığı “nefsin ve kalbin mutlak yalnızlığı”nın her satırına sindiği bir kitap bu. Ne var ki bu karanlığı, terk etme eylemi ve ona giden süreçle aslında aydınlatıyor Yourcenar. “Terk ettiği için değil, bu kadar çok kaldığı için” özür dileyen, “günahı (bu bir günahsa) cinnete bunca yakın bir kendini inkâra” tercih eden Alexis’in dürüst olmak için yaptığı seçim güçlü bir irade ve iyi bir yürek gerektiriyor çünkü.

Yourcenar’ın kahramanının mektubu, “eşcinsel edebiyat”ının bir başka klasik örneğini, Oscar Wilde’ın Alfred Douglas’a yazdığı ve “De Profundis” adı ile kitaplaştırılan mektubu hatırlatacaktır pek çok okuyucuya. Wilde eleştirse de Douglas’ı, onu affetmeye hep hazır görünür; oysa bu mektubu yazdığı sırada Reading Gaol cezaevindedir yazar ve onu oraya götüren süreçte Douglas’ın da payı vardır. Alexis ise hem kendisine hem eşine acı çektirdiğinin farkında olduğu için verdiği kararın sonucu olacak ve o karara giren süreçte çektirdiği acılar için özür dileyen taraftadır. Wilde’ın mektubu iki eşcinsel erkek arasındaki aşkın sonucu, Alexis’inki ise eşcinsel bir erkeğin gönülsüz evlendiği eşine duyduğu arkadaşça sevginin ve saygının sonucudur bir başka fark olarak.

Edebiyat tarihin o büyük klasiklerinden biri değil bu kitap ve Wilde’ın mektubu/eseri kadar da popüler olmadı ve olmayacak da muhtemelen; ama değerini kesinlikle azaltmıyor bu. Bir karakterin kendini keşfini okuyucunun önüne o denli açık bir resimle çıkarıyor ki yazar, bir insanın ruhunu onun iradesi dışında çırılçıplak görmenin yaratacağı türden bir rahatsızlık ve mahcubiyetle baş başa kalıyorsunuz kitabı bitirdiğinizde. Bir eserin gücünün en önemli göstergelerinden biri de bu olsa gerek, güçlü bir kalıcılık.

(“Alexis ou Le Traité du Vain Combat”)