Yol Ayrımı – Kemal Tahir

“Esir Şehir” Üçlemesinin bu üçüncü kitabı, ilk iki kitaptaki karakterlere yeni karakterlerin eklendiği ve 1930’daki Serbest Fırka denemesi sırasında gelişen olayları anlatıyor. Kemal Tahir “devrimden” sonra süratle yorulmaya ve yozlaşmaya başlayan bir ülkeyi, Mustafa Kemal’in ve halkın arayışını ve genel olarak ülkenin yolunu bulmaya çalışmasını anlatırken yine hayli zengin bir dil kullanımı ile onlarca farklı karakter ve onların yan hikâyelerini getiriyor karşımıza. Tahir Serbest Fırka denemesi ve genel olarak ülkenin içinde bulunduğu koşulları geçmiş ve gelecekle de bağlantısını kurarak anlatırken kendi görüşlerini de özellikle finalde Doktor Münir karakteri üzerinden dile getiriyor ve kitaptaki Cumhuriyet uygulamaları eleştirisini özellikle bu bölümde hayli açık biçimde dile getiriyor. Kuva-yi Milliye’ye katılmayanların Serbest Fırka’ya yamanmak için gösterdikleri telaş ve üçlemenin diğer kitaplarında olduğu gibi ahlâksızlık vurgusunun yine kadınlar üzerinden yapılması kitapta dikkat çeken unsurlardan bazıları.

Demokrasinin hem çok basit hem de çok kompleks bir kavram olduğunu bir kez daha hatırlamak, resmi tarih söylemlerine alternatif düşünsel süreçler geliştirmek ve insanların her dönemde kişisel çıkarları uğruna nasıl zavallılıkların, yalanların ve kötülüklerin peşinde koşabileceğini görmek için de okunması gereken bu kitapta, devrimi yapmanın değil onu korumanın, zenginleştirmenin ve sürekli kılmanın önemli olduğunu söylüyor Kemal Tahir. Onun deyimi ile “tarih yapan ama yaptıkları tarihe sahip çıkmasını pek de bilmeyen” Kuva-yi Milliyeciler’in hikâyesi var bu kitapta.

Esir Şehrin Mahpusu – Kemal Tahir

Üçlemeye başlayınca bitirmemek olmaz! Kemal Tahir’in “Esir Şehir” Üçlemesinin bu ikinci kitabı, ilk kitapta hapise atılan kahramanı Kâmil Bey’in oradaki günlerini anlatıyor. Bir yandan düştüğü bu ortamda hissettiği yalnızlık ve dehşet duygusu ile baş etmeye çalışırken, diğer taraftan Anadolu’daki kurtuluş hareketini takip ediyor Kâmil Bey. Kitap üçlemenin ilk cildi olan “Esir Şehrin İnsanları” adlı romanda olduğu gibi Osmanlı’nın çürümüşlüğünü pek çok farklı karakter üzerinden ve onların ustalıklı bir dil kullanımı ile anlatılan hikâyeleri aracılığı ile aktarıyor. Tahir’in sözcük zenginliği, halkın günlük diline ve o dönemin argosuna hâkimiyeti kitaba ilave bir zevk de katmış açıkçası. Kitap boyunca sergilenen tüm yozlaşma hikâyeleri, çöken Osmanlı’dan yeni bir devlet yaratanların nasıl büyük bir iş başardıklarını bir de edebi bir bakış açısı ile anlamamıza da imkân veriyor. Kitaptaki karakter çokluğu ve her birinin kendi hikâyesinin olması, romana bir yandan zenginlik katıyor ama bir yandan da bir süre sonra onlarca karakterin Kâmil Bey’e (ve okuyucuya) sıra ile hayatlarını anlattığı bir hikâye dizisine dönüştürüyor ve bu da anlatımda kullanılan dilin tüm zenginliğine ve anlatılanların içeriğinin doluluğuna rağmen zaman zaman bir monotonluk hissi yaratmıyor da değil. Mustafa Kemal’in kaybetmesini isteyen bir İstanbul’da, her türlü ahlâksızlığın kol gezdiği ve bu açıdan o günlerin İstanbul’unun bir aynası olarak gösterilen hapishaneden insan manzaraları olarak görülebilir bu kitap özet olarak.

Barbarları Beklerken – John Michael Coetzee

Güney Afrikalı yazar John Michael Coetzee’nin ünlü çağdaş besteci Philip Glass’ın operaya da uyarladığı romanı, adı sadece “İmparatorluk” olarak verilen bir devletin ücra bir yerdeki kolonisinde sulh yargıçlığı yapan bir adamın hikâyesini anlatıyor. İmparatorluğun herhangi bir emperyalist gücün sembolü olduğu kitap haksız olduğunu bilen acımasız bir gücün ezdiği yerel halk topluluğundan duyduğu korkuyu ve bu korku ile daha da zalimleşmesini anlatırken farklı örneklerle zalim ve mazlum arasındaki ilişkiyi de analiz ediyor. Bazen bir yerli kız bu mazlum, bazen de yargıcın kendisi. Kitabın emperyalist gücün kendisini dahi –en azından kendisine ait olmayan topraklar üzerindeki varlığını- yok edecek denli zalim tavrını eleştirmesi, hiç görünmeyen “Barbarların” gelmesini beklerken duyulan korkuyu başarılı bir biçimde aktarması ve hümanist ve adil idealistlerin zalimlerin içinde yaşayıp onların kurduğu düzenin parçası oldukları sürece vicdanlarının kirlenmekten kaçınamayacağını göstermesi hayli etkileyici. Nobel ödüllü yazar Coetzee’nin yazarın ağzından anlattığı hikâyesinin baş kahramanı yargıcın, yaşlanan ve her anlamda “iktidarını” kaybeden (veya kaybetmeye çalışan) karakteri de kitabı çekici kılan öğelerden biri. Adını Kavafis’in aynı adlı şiirinden alan kitabın anlatmak istediği de aslında yine bu şiir ile hayli örtüşüyor:

“Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi
ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
barbarlar diye kimseler yokmuş artık.

Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.”

(“Waiting for the Barbarians”)

Paris Sıkıntısı – Charles Baudelaire

Şiir: Zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan, hece ve durak bakımından denk ve kendi başına bir bütün olan edebî anlatım biçimi, manzume, nazım, koşuk.

Türk Dil Kurumu üstteki şekilde tanımlıyor şiiri. Ünlü Fransız şair Charles Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı” (Le Spleen de Paris) adlı eseri ise kitabın sonundaki “Sonuç” başlıklı kısa şiir dışında elli adet düzyazı şiirden oluşuyor ve TDK’nın ve dolayısı ile şiirin bilinen tanımının da hayli dışına düşüyor bu anlamda. Daha doğrusu dışına düşüyor gibi görünüyor ama kitaptaki elli şiir de uyaktan uzak olsa da zengin sembolleri ile kesinlikle türünün en çarpıcı örnekleri. Yazarın daha çok bilinen “Kötülük Çiçekleri” (Les Fleurs du Mal) kitabının gölgesinde kalmış olsa da, çok değerli bir kitap karşımızdaki. Değeri de şuradan geliyor: Kitaptaki her bir kelimenin ve bu kelimelerin oluşturduğu her bir cümlenin dikkatle ve yüksek bir konsantrasyon ile okunması gereken bir mükemmeliği var. Tahsin Yücel’in çevirisi eserin hakkını veriyor ama hayli zengin bir Türkçenin kullanımının söz konusu olduğunu ve “ergi”, “tansık” ve “ığralamak” gibi kelimelerin yer aldığı çevirinin zaman zaman sözlük kullanımını zorunlu kıldığını da söylemek gerek.

Kitaptaki elli şiiri zaman zaman bir küçük hikâye, bir filmin kısa bir sahnesi veya kimi zaman da bir sinopsis olarak görmek mümkün. Kendinden sonraki pek çok Fransız şairi (örneğin Rimbaud) bu kitapta örneği yer alan tarzı ile etkilemiş bir isim Baudelaire ve kitapta Paris görüntülerinden (“Yoksulların Gözleri” şiirinde olduğu gibi çoğunlukla yoksulluğun derin izlerini taşıyan insanlar üzerinden anlatılan görüntüler bunlar) kadınlara, Tanrı ve Şeytan üzerinden yorumlanan dinden yoksulluğa çeşitli kavramlar üzerine benzersiz şiirler (veya şiirimsi düzyazılar) var. Bir sonraki okumayı teşvik eden okumalar en değerli olanları sanırım ve işte bu kitap da bir ara Rimbaud’ya geri dönmek gerektiğini hatırlattı bana.

(“Le Spleen de Paris”)