Film Ekimi 2014 – 1

Mucizeler (Le Meraviglie) – Alice Rohrwacher : Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü alan film İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher’in ikinci uzun metrajlı çalışması. Büyük laflar etmeden ve dramatik olayların peşine düşmeden kaybolmakta olan bir hayata, burada İtalyan köy hayatına adanan bir ağıt olarak nitelenebilir bu çalışma. Dört kızı ve karısı ile bu hayata sığınmış görünen ve değişmeye veya değiştirmeye sonuna kadar direnen bir adamın, değişen (daha doğrusu ekonomik ve politik sistemler tarafından değiştirilen) bir dünyaya nereye kadar direnebileceğini seyircisine de düşündürten film, bunu genç kızların en büyükleri üzerinden anlatılan bir büyüme hikâyesi ile de birleştirmeyi başarıyor. Babanın otoriter (ama pek de sözünü dinletemeyen bir otoriterlik bu!) havasının doğallığı ile televizyon yarışmasındaki demokrasinin(!) yapaylığını da akıllıca yan yana getiren film reality şovları ile ustaca dalgasını geçiyor. Özellikle Etrüsk tarihi (daha doğrusu onun sahte kelimesini sonuna kadar hak eden taklidi) üzerinden yaratılan ve yarışmacıların bir adada toplandıkları yarışma programı, içine atıldığımız sahte mücadeleleri ve hikâyeleri dibine kadar sömürülüp sonra hemen unutuluveren bireyleri bize hatırlatırken, film özellikle çocuk oyuncularının başarısı ile de dikkat çekiyor. Rohrwacher’in bu ilginç filminin kimi anları ile İtalyan Yeni Gerçekçi akımının filmlerini hatırlattığını da belirtmek gerek. Yok olan bir “doğal” hayat ve yerine koyduğumuz sahtelikler üzerine görülmesi gerekli bir film olan bu çalışma, küçük mizahı ile de dikkat çekiyor. Karakterlerini seyirciye yeterince tanıtamamak gibi bir sıkıntısı olsa da filmin bütünü içinde çok da rahatsız edici değil bu durum.
(“The Wonders”)

Karda Bir Beyaz Kuş (White Bird in a Blizzard) – Gregg Araki : 2010 tarihli ve eşcinsel sinemanın en kötü örneklerinden biri olan “Kaboom – Gümmm” adlı filminden dört yıl sonra Araki gerilimi de olan bir dram yapmayı seçmiş Laura Kasischke’nin romanını kendi senaryosu ile sinemaya uyarlayarak. Romanı bilmiyorum ama film hemen tüm tanıtımlarının ortak cümlesi olan “annesi kaybolan bir genç kızın” dramını (veya travmasını) anlatmaya soyunmuş olsa da bunu pek başarabilmiş görünmüyor. “Kaboom” ile kıyaslandığında -neyse ki- daha dozunda tutulmuş bir oyunbazlığı var filmin ama yine de “renkli” bir havadan kaçın(a)mamış görünüyor yönetmen. Kaçınamayınca da yaratmak istediği gerilim veya dram da daha çok bir sıradan bir gençlik filminde görebileceğinizden farklı olmamış ne yazık ki. Araki’yi tanıyanların tahmin edebileceği ama diğerleri için belki çarpıcı olabilecek finaldeki sürpriz eğlendirebilir bazılarını mutlaka ama sadece bu, filmi ayağa kaldırmaya yetmiyor. 1980’lerden güzel şarkılar, Araki ve görüntü yönetmeni Sandra Valde-Hansen’in yaratttığı estetik dünya ve cinsel keşif peşindeki karakteri ile kimileri için çekici olabilir yine de.

İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron) – Roy Andersson : İsveçli yönetmen Roy Andersson’un “Yaşayanlar” üçlemesinin bu sonuncu filmi Venedik’te Altın Aslan ödülünü almıştı bu yıl. Her bir sahnesi kesintisiz ve sabit kamera ile çekilmiş tek plandan oluşan film bu tercihinden kaynaklanan statikliği, absürt mizahı ve gerçeküstücü öğelerini anlamanın (daha doğrusu yorumlamanın) çaba gerektirmesi nedeni ile herkese göre değil kuşkusuz. Bazı bölümlerinin (özellikle iki satıcı ile ilgili bölümler) bir parça sarkmış göründüğü çalışma, bu kusuru bir yana bırakılırsa görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Senaryoyu da yazan Andersson çok çarpıcı bölümler yaratmış hikâyesinde. Örneğin 17. Yüzyılda Rusya ile savaşmaya giden ve bir başka bölümde de geri dönen İsveç ordusunun ve kralları 12. Karl’ın sahneleri kesinlikle çok başarılı. Benzer şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında paraları olmadığı için içkilerini birer öpücükle ödeyen askerler veya hemen açılıştaki flamenko dans dersi bölümleri çok eğlenceli. Andersson filmlerinde sıklıkla yaptığı gibi İsveçliler’in hayat tarzları ile de sıkı bir şekilde geçiyor dalgasını (siparişi verdikten sonra ölen adamın siparişinin ne olacağı konusu veya apartmanın kuralları nedeni ile kendi evine giremeyen adam gibi). Filmdeki tüm telefon konuşmalarının değişmez cümlesi olan “iyi olduğunu duyduğuma sevindim” cümlesi insan ilişkilerindeki sıcaklıktan uzak “profesyonel samimiyeti hatırlatırken”, film bir ağaç dalına konup insanlığın halini seyreden bir güvercin gibi gözlüyor insanoğlunu ve gördüklerini de bize aktarıyor küçük hikâyeler halinde. Geçmişteki monarşizmden günümüzdeki kapitalizme insanın hep sömürüldüğünü de hatırlatıyor bize Andersson görsel gücü hayli yüksek olan bu filminde. Her bir statik sahne ayrıntılara önem veren seyircisini de görselliği ile ödüllendiriyor ve vampir maskelerinden zombiler gibi yürüyen karakterlerine ve pek çoğunun yüzü ölümün beyazlığını taşıyan karakterleri ile ölümün kendisini de doğrudan veya dolaylı olarak sürekli hatırlatıyor bize.
(“A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence”)

Film Ekimi 2013 – 3

Sefertası (Dabba – The Lunchbox) – Ritesh Batra : Hindistan’da “Dabbawala” olarak adlandırılan insanlarca yıllardır ve nerede ise sıfır hata ile yürütülen bir süreçte yapılan bir hatanın birbirini hiç görmemiş iki insanın hayatlarına açtığı yeni pencereleri anlatan sıcak, romantik, eğlenceli ve kesinlikle başarılı bir film. Ülkenin büyük şehirlerinde her gün binlerce sefertası evlerden ve lokantalardan toplanıp işyerlerindeki çalışanlara dağıtılıyor ve yemekten sonra da geri toplanıyor bu süreçte. İşte bu dağıtım sırasında yapılan bir yanlışlık emekli olmak üzere olan dul bir adam ile kocasının ilgisizliğinden muzdarip genç bir kadın arasında sefertası içine bırakılan küçük notlar üzerinden ilerleyen bir yakınlığın doğmasına fırsat sağlıyor. Yönetmen Batra bu ilk uzun metrajlı filminde tam anlamı ile hedefini tutturmayı başarmış. Büyük şehirlerde yaşayan milyonlarca sıradan insandan ikisini çekip alıyor, yalın ve doğal bir hikâyenin kahramanı yapıyor ve bu iki karakterin etrafına yerleştirdiği yine sıradan ama tümü ilginç karakterlerle sıkı bir romatik drama imza atıyor. Özellikle emekli memurumuzun yerini almak üzere yanına gelen genç Shaikh karakteri kendi başına sıkı bir duygusal komedinin konusu olabilecek kadar ilginç ama başta iki baş kahramanımız ve sadece sesini duyduğumuz üst kattaki komşu olmak üzere tüm karakterleri canlı, eğlenceli ve gerçekçi kılmayı başarmış yönetmen kendi yazdığı senaryosu aracılığı ile. Çekiciliğinde Batra’nın senaryosu ve bu senaryoya uygun basit ama dokunaklı anlatımının en büyük paya sahip olduğu filmin sıcak ve keyifli bir mizah duygusu da var. Nerede ise tamaman dijital olan bir dünyada yazılı küçük notlar üzerinden doğan ve büyüyen, arkadaşlıktan aşka dönüşen bir ilişkinin sıcaklığından uzak durmak ve büyük şehirlerin onca yalnız ve mutsuz karakterlerinden ikisinin hayatlarında yakaladıkları son bir fırsattan en az onlar kadar keyif almamak imkânsız açıkçası. Belki film ikinci yarısında bir parça sarkıyor ve karşımızda yeni bir sinema dili, muhteşem yönetmenlik gösterileri yok ama ne gam! Bu filmin seyredene insanı yani kendisini hatırlatacak aurasından kesinlikle uzak durmamalı. Üç baş oyuncusunun şahane performansları da var üstelik.

Ömer (Omar) – Hany Abu-Assad : Filistin yapımı film İsrail işgali/kuşatması altındaki topraklarda yaşanan trajik bir hikâyeyi anlatıyor. İsrail’in inşa ettiği Batı Şeria duvarının tüm azameti ve yapaylığı ile hikâyeye nerede ise ayrı bir karakter olarak katıldığı bir eser karşımızdaki. Sürekli olarak tedirginlik, korku ve aşağılanma duyguları ile yaşayan ve bunun doğal ve haklı sonucu olarak özgürlük direnişçilerine dönüşen insanları bir aşkın etrafında topluyor hikâyemiz ve gerek dozunda duygusallığı gerekse yönetmenin yalın ama gerektiğinde dinamizme de başvuran anlatımı ile ilgi çekmeyi başarıyor. İşgal altındaki topraklarda geçen hikâye aşkı ihanet, sadakat ve kuşku ile yoğurmayı da başarıyor ve insanın hangi koşullar altında yaşarsa yaşasın mutlu olmak için çaba harcamaktan geri durmayacağını da kanıtlıyor. Evet, tüm o baskı, tutsaklık ve dayanılmaz yaşam koşullarına rağmen sokaklardaki reklam panoları (mutlu bir uyku için ideal yatağın reklamı gibi) aracılığı ile de vurgulandığı gibi umut ve aşk bir şekilde hep filizlenmeyi başarıyor o topraklarda da. Her biri direnişçiye dönüşen ve aralarında trajedinin göbeğindeki kahramanımızı canlandıran Adam Bakri’nin de olduğu üç çocukluk arkadaşını canlandıran oyuncuların tümünün ilk sinema filmi bu ve doğallıkları ile görevlerini başarı ile yerine getiriyorlar. Filmin tek tecrübeli oyuncusu İsrailli polis şefini oynayan Waleed Zuaiter ve Bakri ile birlikte filme damgasını vurmayı başarıyor oyunu ile. Mekanların doğallığının ayrı bir gerçekçilik kattığı filmin belki önemli tek bir kusuru var: Karakterlerin içinde bulunduğu koşullar sürekli seçim yapmaya, ihanet ile direnme arasında bazen de kalıcı olamayan tercihlere zorlarken melodrama kadar uzanan içeriği ile aşkın da hikâyeye bu kadar baskın bir şekilde katılmış olması. Yönetmenin kendisine ait olan senaryonun bu tercihi bir yandan ihanet, sadakat ve mücadelenin toplumsal boyutta olanının küçük ölçekli bir karşılığını üretiyor ve böylece karakterlerin sıkılmışlıklarını iyice vurgulamış oluyor ama öte yandan da mekan ve zamandan bağımsız olabilecek pek çok melodramatik öğesi ile bu aşk hikâyesi filmin odağını bozma ve hatta filmi yorma tehlikesi de taşıyor. Bu kusuruna rağmen filme adını veren Ömer karakterinin mitoloji kahramanlarını hatırlatan hikâyesi ile görülmeyi hak eden bir film.

Film Ekimi 2013 – 2

Benim Babam, Benim Oğlum (Soshite Chichi Ni Naru – Like Father, Like Son) – Hirokazu Koreeda : Doğum sırasında hastanede çocuklarının karıştığını altı yıl sonra öğrenen iki ailenin hikâyesi. Yönetmen Koreeda gerçeği öğrenen ailelerin yaşadıklarını ve ileriye yönelik olarak ne yapmaları gerektiğine karar vermeye çalışmalarını yalın bir anlatımla karşımıza getirirken seyircisini tam anlamı ile eline geçiriyor ve üstelik bunu kolaya kaçıp sadece kalplere değil akla da hitap ederek yapıyor. Bir yanda altı yıl boyunca emek verilerek büyütülen ve sevgi ile bağlanılan bir çocuğun, diğer yanda ise “gerçek” çocuğun olduğu bu zor durumda her iki ailenin farklı yaklaşımlarını ve çocukların durumu anlamaya çalışmalarını özellikle de babalar üzerinden anlatan film bu bağlamda erkek seyirci için muhtemelen bir parça daha fazla anlam ifade edecektir. Japon sinemasının bol ödüllü ve usta ismi Koreeda’nın hiçbir duygu sömürüne başvurmadan çarpıcı bir zariflikle karşımıza getirdiği hikâyeden ve finalinden etkilenmemek imkânsız açıkçası. “Selvi Boylum Al Yazmalım” “Sevgi neydi? Sevgi emekti” diye bağlar sonunu. Burada ise film böyle bir net yargıya varmıyor ve ne seyirciden ne de hikâyedeki ailelerden böyle bir beklentisi var sanki. Sonuçta bu yalın, zarif ve inceliklerle dokunmuş film mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma. Bağırıp çağırmayan, sesini yükseltmeyen, gerçek insanların gerçekten yaşadıklarını anlatmaya soyunan bu film sinemanın insanı ve ona has olanları anlatması gerektiğini hatırladığında neler başarabileceğine de çarpıcı bir örnek oluşturuyor.

Locke – Steven Knight : Açılıştaki çok kısa bir sahne dışında tamamen hareket halindeki bir arabada geçen ve perdede görünen tek oyuncusu bu arabayı kullanan bir adam olan (diğer oyuncuların sadece telefondan gelen seslerini duyuyoruz) bir İngiliz filmi. Yönetmen Knight kendi yazdığı akıcı senaryo ve başarılı diyaloglar aracılığı ile filmini düşebileceği yavanlıktan ustalıklı bir şekilde uzak tutmayı başarmış. İşini tutku ile yapan (inşa ettikleri binaların “gökyüzünden bir parça çalması” ile gurur duyuyor kahramanımız) bir şantiye şefinin aldığı bir telefon ile, işini kesinlikle terk etmemesi gereken bir anda çıkmak zorunda kaldığı yolculuğu ve bu yolculuk sırasında işyerindekilerle, ailesi ile ve gittiği yerdeki kişi ile yaptığı telefon konuşmalarını karşımıza getiriyor film. Knight kahramanının herkesi şaşırtan bu yolculuğa çıkma kararını neden verdiğini bize açıklamak için de onun arabanın arka koltuğunda oturduğunu varsaydığı babası ile konuşmalarını kullanıyor ki filmin aksayan tek yanı da burası. Yaklaşık 90 dakika boyunca görüntüden nerede ise hiç çıkmayan Tom Hardy usta bir oyunculukla canlandırmış karakterini ve onun bir yandan ayrılmak zorunda kaldığı şantiyedeki işlerin aksamamasına çalışmasını, diğer yandan da başta karısı ve çocukları ile olan tüm konuşmalarını Knight’ın usta diyaloglarından da yararlanarak çarpıcı bir şekilde aktarıyor seyredene. Sadece bir araba içindeki bir adamın hikâyesinin de aksiyon, gerilim ve dram içerebileceğine tanık olmak için.

Gerçeğin Dansı (La Danza de la Realidad – The Dance of Reality) – Alejandro Jodorowsky : Şilili sinemacı Jodorowsky’nin 23 yıl aradan sonra çektiği ve toplam yedi filmden oluşan yönetmenlik kariyerindeki şimdilik son çalışması. 1929 doğumlu bu avangart sinemacının gerçek-üstü özellikler taşıyan filmi kendisinin aynı adı taşıyan otobiyografisinden yine kendisi tarafından uyarlanmış. Sanatçının çocukluğundaki bir döneme odaklanan filmde babasını gerçek hayattaki oğlu Brontis Jodorowsky oynuyor. Film tam da adına yakışır bir şekilde gerçekleri “dans ettirerek” anlatıyor; düz bir film değil karşımızdaki. Fantastik öğeler çarpıcı bir görsellikle ve kimi zaman da ince bir mizah ile geliyor perdeye. Belki önemli tek kusuru bir parça gereksiz uzamış görünmesi olan film, sanat hayatını “hayal gücünün sınırlarını genişletmek ve belki de yok etmek” üzerine odaklayan sanatçının bu çabasına çok uyan bir eser. Sanatçının yıllar önce çektiği ve artık birer kült olan “El Topo” ve “La Montaña Sagrada – Kutsal Dağ” filmlerine göndermeler de içeren filmde kendisi de bugünkü hali ile giriyor bu çocukluğunun hikayesine ve hayli dokunaklı bir sahnede kendi çocukluğuna sarılmak gibi etkileyici sahnelerin de parçası oluyor. Yönetmenin diğer filmleri gibi herkese göre değil bu film elbette ve zaman zaman sarkması dışında tüm görsel ve fantastik öğeleri ile bir parça yorma ihtimali de var seyirciyi ama sinemanın bu kendine has ustasının her filmi gibi bu eseri de görülmeli kesinlikle.

Film Ekimi 2013 – 1

Son Durak (Fruitvale Station) – Ryan Coogler : Gerçek bir olayı anlatan ve Coogler’ın ilk uzun metrajlı yönetmenlik çalışması olan film hikâyesi ile özellikle Gezi sürecine dahil olmuş veya takip etmiş olanları oldukça etkileyecek bir içeriğe sahip. Vizyona da çıkacak olan filmin Türk dağııtımcıları da bunun farkında olsalar gerek ki filmin sonundaki “sonra ne oldu” açıklamalarına orijinalinde olmayan “… polis şiddetinin sembolü oldu” ifadesini eklemişler gereksiz bir fırsatçılık yaparak. Film yılbaşı gecesi bir tren istasyonunda polis tarafından öldürülen gencin gerçek olay anı görüntüleri ile başlıyor ve sonra olayın yaşandığı 31 Aralık gününü sabahtan başlayarak gerçekçi bir tarz ile anlatıyor. Hayatı pek yolunda gitmeyen siyah gencin değişmesi gerektiğini hissettiği ve yeni yılı bunun için bir fırsat olarak gördüğü bir sırada başına gelenleri anlatan film özellikle istasyonda geçen bölümleri ile kesinlikle çok etlkileyici. Sonunu baştan gösteren film, istasyondaki bölüme kadar kahramanımızın bir gününü ve onu olumlu/olumsuz yanları ile ele alarak anlatıyor. Michael B. Jordan’ın karakterini tüm insani boyutları ile perdeye taşıdığı filmde olay anına kadar geçen bölümlerde yönetmen Coogler sıradan bir karakterin sıradan bir gününü anlatıyor ama gerek küçük olaylar, gerek diyaloglar ve özellikle geriye dönüşle gösterilen cezaevi sahnesi ile sinema dilini ustalıkla kullandığını gösteriyor seyirciye. Baş karakterini bize ustaca tanıtan senaryo gerçekçi ve duygusal tarzı ile seyirciyi sarsacak bir güce sahip ve el kamerası kullanımı da bu gerçekçiliği destekliyor. Şiddetin (özellikle de devletten ve/veya onun temsilcisi olan güçlerden gelen şiddetin) küresel bir gerçek olduğunu –bir kez daha- hatırlamak ve başka ülkelerde bu şiddete başvuranların şu ya da bu şekilde cezalandırıldığına şaşırmak için izlenmesi gereken bir film. Gezi bağlantılı devlet şiddetini yaşayanları veya o şiddete tanık olanları çok daha fazla etkileyecek olan bu çalışma “güç sahiplerinin” siyah/terörist/çapulcu vb.isimleri taktıkları insanlara karşı sahip oldukları önyargıların sonucunu da gösteriyor bizlere.

Büyülü Tarla (A Field in England) – Ben Wheatley : İngiliz sinemacı Ben Wheatley’den “saykodelik-psychedelic” sıfatını tam anlamı ile hak eden film görüntülerinin (“flashing images and stroboscopic sequences”) uyarısı ile başlıyor ve bu uyarının ne kadar ciddi ve doğru olduğunu da filmi seyrederken çok net anlıyorsunuz. Siyah-beyaz olarak çekilen filmde Laurie Rose’un çarpıcı olarak nitelendirilebilecek görüntüleri, kamera açıları vs. değil sadece bu uyarıyı gerektiren. Görüntü ve ses kurgusu ile sara hastalarına atak geçirtebilecek bir biçim benimsemiş filmin yaratıcıları. Belki saliselik denebilecek süresi olan görüntüler peş peşe gelebiliyor, görüntü yavaşlıyor veya hızlanıyor, bir bomba sahnesinde filmin karakterlerinden birinin yaşadığı geçici kulak rahatsızlığını seyredenin de yaşaması muhtemel vs. Oldukça stilize olan çalışma bu tercihi ile bir yandan kesinlikle çok etkileyici olurken bir yandan da dozun bir parça kaçırılmış olduğunu düşündürtüyor seyredene açıkçası. Beş ana karakterin 17. Yüzyıl ortalarında İngiltere’deki iç savaş sırasında yaşadıklarını anlatan hikâye yoğun diyalogları ile de saykodelik ve Shakespeare havasını taşıyan bir tiyatro oyunu olarak da değerlendirilebilir; karakterlerin sürekli çatıştığı, yüzleştiği filmde yönetmenin tüm görsel oyunlarına rağmen bu karakterlerin ruhlarına erişebilmesi ve bize gösterebilmesi de ciddi bir başarı ve bu anlamda da sıkı bir tiyatro oyunu olarak düşünülebilir. Bir yandan seyirciye çoğunlukla sesler aracılığı ile yansıtılan savaş atmosferi, diğer yandan simyacı/büyücü karakterleri ile film etkileyici ama yorucu özet olarak. Başta Reece Shearsmith ve Michael Smiley olmak üzere tüm oyuncular da performansları ile seyir zevkini artırmışlar “mantar” yeme sahnesi ve sonrası ile “uyuşturucu” etkisi verebilecek bu filmde. Karakterlerinin sembolik özelliklerine de dikkat!

Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown) – Felix Van Groeningen : Festivalden çok vizyona yakışan bir film bu Belçika yapımı. Amerikan Country müziğinin bir alt türü olarak nitelendirebileceğimiz “Blue Grass” türünde müzik yapan bir grubun elemanı ile dövmecilikle uğraşan bir kadının trajik aşk hikâyesi karşımızdaki. ABD’nin her şeyine hayran olduğunu ilan eden adam neden bu tür müzikle uğraştığı sorusunu da bu hayranlıkla açıklıyor ve açıkçası film de tam bir Hollywood filmi havasında ilerliyor. Müzikler ve performanslar kesinlikle çok başarılı ama filmin havasına çok yakışsa da ve şarkılar hikâyeye zenginlik katıyor olsa da müzikli anların dozunun biraz kaçmış olduğunu söylemek gerek; filmi de bu bağlamda müzik, trajedi ve erotizm başlıkları altında ele almak mümkün. Zaman zaman geriye dönüşlerle anlatılan ve böylece bir biyografik filmin düz kronolojisinden kendisini kurtarabilen filmde trajedi oyuncularının performanslarının da katkısı ile kesinlikle etkileyici, erotizm havası fena değil ve müzikler şarkıların tüm güzelliğine rağmen bir parça fazlaca. Johan Heldenbergh ve Veerle Baetens’in oyunculuklarının oldukça parlak olduğunu da ekleyelim bunlara. Yönetmen Felix Van Groeningen bir önceki filmi olan ve İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan “De Helaasheid der Dingen – Çölde Kutup Ayısı” filminde olduğu gibi burada da –müzik grubu aracılığı ile- sıkı bir erkekler arası dostluk örneği veriyor ama o filmdeki sıcaklık burada yerini Amerikan sinemasına yakışır bir trajedi anlatım biçimine bırakınca, film yeteri kadar çekici olamıyor. Hikâyenin sonda asıl odağı haline gelen ama başta yeterince işlenmediği için seyirciyi hazırlıksız yakalayan bilim ve din çatışmasının (kök hücre çalışmalarını yılllarca veto etmiş olan Bush’un konuşmaları ve bu veto için öne sürdüğü gerekçeler üzerinden dile getiriliyor bu çatışma) hızla muhafazakârlaşan Türkiye için ayrıca dikkat edilmesi gereken bir tema olduğunu ve kahramanımızın ABD hayranlığını ona ve bize sorgulattığını da söyleyelim son olarak.