2014 Festival Notları 3

Mandalina Bahçesi (Mandariinid) – Zaza Urushadze : Gürcü yönetmen Urushadze’nin Gürcistan ve Estonya ortak yapımı olarak çektiği film, 2008’deki Güney Osetya savaşı sırasında bölgede yaşayan bir Estonyalı’nın ve hayatlarını kurtardığı ve birbirlerinin amansız düşmanı olan bir Gürcü ile bir Çeçen askerin hikâyesini anlatıyor. Hümanist ve savaş karşıtı mesajını yakın tarihte yaşanmış ve dünyanın pek çok yerinde benzerlerinin hâlâ yaşandığı bir hikâye üzerinden dokunaklı bir şekilde anlatıyor film. Temiz sinema dili ve dört baş oyuncusunun sade ama duygulu oyunları, yönetmenin kendi yazdığı senaryosu üzerinden derdini anlatmasına ciddi bir katkı sağlamış görünüyor. Savaşanların, birbirlerini sahip oldukları nefret duygularının “normal ve gerekli” kıldığı bir biçimde öldürenlerin ve ölenlerin her birinin sevgileri, korkuları, özlemleri olan birer insan olduğunu yüreğe dokunur biçimde anlatan kimi sahneleri ile seyirciyi etkilemeyi başarıyor film. Dinsel ve etnik farklılıkların aslında nasıl da aidiyet aracı olmaktan çıkıp ötekileştirmenin aracına dönüştüğünü seyredenine düşündürten filmin temel kusuru ise zaman zaman fazlası ile naif olması. Karakterlerin geçirdiği değişimin hızlı görünmesini de sağlayan bu naif yanı hikâyeyi daha güçlü olmaktan alıkoymuş. Senaryonun zaman zaman hikâyenin kurgusal anlamda koreografisini kurmakta zorlandığını da söyleyelim. Bunlara rağmen karşımızdakine bize öğretilenle değil, aklımızı ve yüreğimizi açarak bakmamız durumunda nasıl farklı bir resim göreceğimizi bir kez daha hatırlatan ve –naif ya da değil- insanlık için umut veren finali ile önemli olan film ilgiyi hak ediyor kesinlikle. Bir tiyatro oyuncusunun bir savaşçıya dönüştüğü/dönüşmek zorunda kaldığı bir dünyaya karşı inatla direnmek gerektiğini unutmamak için…
(“Tangerines”)

Japon Köpeği (Cainele Japonez) – Tudor Cristian Jurgiu : Rumen yönetmen Jurgiu’nun ilk uzun metrajlı filmi sakin tarzı, uzun planları ve yalın hikâyesi ile yaşanan sel felaketi sonucu yeni bir eve yerleşmek zorunda kalan bir yaşlı adamın Japonya’da yaşayan ve haberi alınca ülkeye dönen oğlu ile ilişkisini anlatıyor temel olarak. Japon usta Ozu’nun tarzını hatırlatan bir atmosferi olan film baş oyuncusu Victor Rebengiuc’un sağlam oyunundan aldığı destekle ve senaryo bir parça gereksiz bir biçimde her noktayı mutlu sona bağlamasından kaynaklanan bir zayıflık taşısa da seyirciye yaşatmayı başardığı sıcaklık, barışma ve sevgi atmosferi ile ilgi çekmeyi başarıyor. Son yılların atılım içindeki Rumen sinemasının diğer örneklerinden farklı bir yerde durmayı seçmesi de filmi önemli kılabilir aslında. Diğer örnekler ya komünizm döneminin olumlu/olumsuz etkilerini günümüze taşıyan hikâyeleri yaşayan karakterleri anlatır veya genellikle çok başarılı diyalogların eşlik ettiği ve yeni toplum düzeninin nedeni olmuş gibi göründüğü bireysel veya toplumsal dramları anlatmaya soyunurken, yönetmen Ioan Antoci ile birlikte yazdığı senaryoda aile dramı olarak özetlenebilecek bir hikâyeyi tercih etmiş. Bu farklılığın yeterince güçlü bir hikâye ile zenginleştirilememesi ve gerilim noktalarının karakterlerin hak ettiği ölçüde beslenememiş olması filmin eksileri arasında. Yine de olayların veya sözlerin değil, mimiklerin ve atmosferin öne çıktığı bu film bireysel ilişkilerdeki söylenenler/söylen(e)meyenler ve içeride tutulup/dışarı vurulanlar üzerine seyirciyi düşündürtebilmesi ile ilgiyi hak ediyor.
(“The Japanese Dog”)

Film Eleştirmeni (El Crítico) – Hernán Guerschuny : Romantik komedilerden nefret eden, Godard tarzı sinemanın hayranı bir film eleştirmenini anlatan romantik komedi havalı bir film. Arjantinli Guerschuny bu ilk filmini hem yazmış hem yönetmiş ve özellikle de sinefillerin hayli keyif alacağı bir sonuç koymuş ortaya. Sadece Godard göndermeleri değil filmi sinema meraklıları için çekici kılacak olan; sanat filmleri ile ticari filmlerin karşılaştırması üzerine belki çok yeni olmayan ama eğlenceli anlara vesile olan diyaloglar, film eleştirmenlerini alaya alan sahneler, romantik komedi filmlerindeki tüm klişeleri (sokakta ve çoğunlukla sevdiğinin arkasından koşan karakterler, yağmur altındaki romantik anlar, genelde finalde gerçekleşen uzun öpüşmeler vs.) senaryosuna akıllıca yerleştirmiş Guerschuny ve hem bu klişelerle dalga geçmeyi hem de açıkçası onlardan yararlanmayı başarmış. Bir film eleştirmeninin ticari sinemada dalga geçtiği her şeyi kendi hayatında yaşamasının yarattığı durum kimi hayli eğlendiren anlara imkân sağlamış ama film bu güldüren anları yeterince güçlü kılamamış hikâyesi boyunca. Daha güçlü bir sinema dili ve senaryo filmi çok daha keyifli kılabilirmiş açıkçası. Yine de hayli etkileyici final sahnesi ve seyrettiğimizin belki de eleştirmenin bir fantezisi olduğu konusunda yarattığı ve özenle cevapsız bıraktığı kuşku ile “la maladie du cinema” problemi olanların kendisini çok yakın bulacağı bir film bu. Ana dili İspanyolca olan kahramanımızın düşünürken duyduğumuz iç sesinin Fransızca olmasının da incelik dolu bir buluş olduğunu söyleyelim ek olarak.
(“The Critic”)

2014 Festival Notları 2

Claire Dolan – Lodge Kerrigan : Bugüne kadar uzun aralıklarla ve sadece dört sinema filmi çeken ve bu filmlerin özellikle ilk üçü ile çok beğenilmiş olan ABD’li sinemacı Lodge Kerrigan’ın bu ikinci filmi sadece henüz 41 yaşındayken ölen Katrin Cartlidge’ın varlığının -ve elbette her zamanki kusursuz oyununun- bile görmeye değer kıldığı bir çalışma. Açılışta şehirdeki binaların soğuk mimarisini karşımıza getiren kamera bir Amerikan filminden çok Avrupa sineması örneklerinden biri ile karşılaşacağımızı baştan söylüyor bize. Her bir sahnesinin atmosferini Cartlidge’in benzersiz yüzü üzerinden anlatan film, bir adama olan borcunu ödemek için onun adına fahişelik yapan kadını tüm o soğuk seks sahneleri ile birlikte sergilerken, finali ile de kişinin kurtuluşunun ancak kendisinden gelebileceğini söylüyor seyredenine. Kerrigan’ın bilinçli olarak soğuk bir anlatım tarzını benimsemiş olması, zaman zaman sahnelerin seyirciyi yeterince kendisine çekecek güçte olmaması ve yönetmene ait olan senaryonun kimi noktaları boşlukta bırakması filmi bir parça zayıflatıyor ve Kartridge’in “duygusuz”” ama güçlü oyununun seyirciyi doğrudan etkilemesini zorlaştırıyor belki ama bu problemler filmin kalitesine ciddi zarar verecek şeyler değil. Karakterini adeta bir mikroskopun altına koyarak sergileyen bu film özellikle “steril ve soğuk” mizansenle sergilenenin ardındakini keşfe meraklı seyircilerin bayılacağı bir eser kesinlikle.

Komiser (Mayor) – Yuri Bykov : Rusya sinemasından gelen ve senaryosunu da yazdığı filmde Brykov hatalı olduğu bir kaza sonucu arabası ile bir çocuğu öldüren bir polisin bu suçunu örtbas etmeye çalışan ve her anlamı ile yozlaşmış bir emniyet örgütünü getiriyor karşımıza. El kamerası kullanımının sağladığı tedirgin atmosferi, baş oyuncularının, özellikle Denis Shvedov ve Irina Nizina’nın oyunları ve modern toplumlarda güç sahiplerinin iktidarlarını ve ayrıcalıklı konumlarını korumak için aşmayacakları çizginin olmayacağını sert ve cesur bir biçimde göstermesi ile önem kazanan filmin dramını gerilimi kadar iyi işleyememesi, popüler sinemaya yakın durması ve bir süre sonra olan bitenlerin fazlalığının inandırıcılığa zarar vermesi gibi kusurları da var. Bizdeki kentsel dönüşüm oyunlarının ve iktidar ortaklarındaki yozlaşmanın benzerlerinin küresel kapitalizm oyununa sonradan bulaşan Rusya’da da aynen yaşandığını göstermesi ile bizim için ayrı bir anlamı da olan film, yaşadığımız toplumun korkunçluğunu seyircinin yüzüne çarpabilmesi ile görülmeyi hak ediyor en çok. Polislerin olayın üstünü örtmek için giriştikleri oyunlardaki marifetlerinin dehşetini ve senaryonun hemen hiç aksamadan karakterlerini hikâyenin orkestrasyonu içinde ustalıkla yönetmesini de filmin önemli artıları arasına eklemek gerek.
(“The Major”)

Yaza Veda (Hotori No Sakuko) – Koji Fukada : Japon sinemacı Fukada’nın Eric Rohmer’in tarzını hatırlatan filminin bol konuşmalı senaryosu, sıradan görünen karakterleri ve iki saati aşan süresinde bir “aksiyon” olmaması ile herkese göre olmadığını söylemeli öncelikle. Oyuncularının samimi ve doğal oyunları ile bir genç kızın bir tatil yöresindeki iki haftasını anlatan film, senaryonun dramatik oyunlar açısından eksikliği nedeni ile, izinden gittiği Rohmer’in veya benzer filmler çeken Güney Koreli sinemacı Hong Sang-Soo’nun gerisinde kalmış açıkçası. Rohmer karakterlerini bir “ahlâki” durumun içine bırakır ve onun üzerinden konuştururken onları veya Sang-Soo karakterlerini hem sıcak hem de komik kılmayı başarırken, Fukada seyircisinden özellikle esirgemiş görünüyor bunları. Tüm bunlar kimi seyirciyi uzak tutabilir belki ama filmin başka cazibeleri var keşfetmeye meraklı olanlar için. Öncelikle pek çok kişinin gençliği veya çocukluğunda geçirdiği yaz tatilleri gibi film; hem hiçbir şey olmuyor hem de yaşayanını dönüştürüyor farkında olmadan geçirdiği günler. Film süslemelere başvurmadan anlatırken derdini, büyüklerin küçük oyunlar, yalanlar ve ikiyüzlülükler ile sürdürdükleri hayatlarına şaşırarak bakan gençlerin doğallığını ve “büyüyerek” belki de bu doğallığı kaybedecekleri düşüncesini sergiliyor bize. Doğal diyaloglar ve oyuncuları ile “sıradan” görünen film ilgiyi hak ediyor özet olarak.
(“Au Revoir l’été”)

2014 Festival Notları 1

Still Life (Durgun Hayat) – Uberto Pasolini : İtalyan sinemacı Pasolini’nin İngiliz yapımı bu filmi özellikle finali ile hani şu duygusal havasının zaman zaman üzerinize gelir gibi olduğu ama bunun sizi kesinlikle rahatsız etmediği çarpıcı bir çalışma. Daha çok yapımcılığı ile bilinen Pasolini’nin bu ikinci yönetmenliğini kesinlikle görülmeli kategorisine koyan o denli farklı unsuru var ki! Hiçbir yakını olmayan veya onlara ulaşılamayan ya da yakınlarının umursamadığı ölülerin cenazeleri ile ilgilenen titiz bir belediye çalışanının hikâyesini anlatan filmde, bu baş karakteri oynayan Eddie Marsan’ın oyunu var öncelikle. Kahramanının ölüleri asla yalnız bırakmama çabası ile dolu hayatındaki yakınlarını bulma/ikna etme ısrarını ekonomik ama her an yüreğe dokunan bir oyun ile canlandırıyor sanatçı. Sonra hikâyenin senaryoyu da yazan yönetmeninden kaynaklanan Akdenizli havasını, Eddie Marsan başta olmak üzere tüm oyuncuların ve canlandırdıkları karakterlerin İngilizliği ile ustalıkla kaynaştırması var. Her bir bireyin, nasıl yaşamış olursa olsun, yaşamının ve bedeninin “kutsallığını”, her bir hayatın değdiği diğer hayatlar nedeni ile koca ve kompleks bir sistemin ayrılamaz bir parçası olduğunu ve bireyselliğin her gün daha da arttığı bir dünyada insanların gittikçe daha da içine itildikleri yalnızlığın aslında nasıl insanlık dışı bir durum olduğunu karşı konulamaz bir etki ile seyircisine geçiren bir film bu ayrıca. Seyredenini hem bu kadar depresyon yaratacak sahne ile sarsan hem de bu denli güç ve umut veren bir filmle karşılaşmak pek kolay değil kuşkusuz. Evet, sinema sanatı açısından öyle büyük veya yaratıcı bir film gibi görünmeyebilir bu çalışma ama ölenlerin geride bıraktığı objelere odaklanan yaklaşımı ve içinde yaşadığımız sosyal ve ekonomik sistem ne kadar aksine zorlarsa zorlasın, insanca her çabanın, iyiliğin ve sevginin er ya da geç karşılığını bulacağını iddia eden bir filmi görmemek olmaz.

Bai Ri Ya Huo (İnce Buz, Kara Kömür) – Yi’nan Diao : Çinli yönetmen Diao’nun polisiye türündeki filmi seri cinayetler işleyen bir katilin peşine düşen ve biri görevini bırakmak zorunda kalmış iki polisin hikâyesini anlatıyor. Kara film türüne de göz kırpan çalışma, hikâyesini süslemeden anlatması, baş oyuncusu ve eski polisi canlandıran Fan Liao’nun tuhaf bir çekiciliği olan oyunu, yönetmenin kontrolü elden bırakmayan mizansen anlayışı ve gizemini hikâye boyunca ustalıkla sürdürebilmesi ile dikat çeken önemli bir film. 2014 Berlin Festivalinde büyük ödül Altın Ayı’yı alan ve Liao’ya da aynı ödülü getiren film senaryoyu da yazan Diao’nun kimi yaratıcılıkları ile de zenginlik kazanmış kesinlikle. Örneğin sondaki sorumlusu bilinmeyen havai fişek hem finale kattığı hoşluk ile hem de hiçbir gizemin -belki de asla tamamen- çözülemeyeceğini söylemesi ile seyirciyi keyiflendiriyor kesinlikle. Çok daha çarpıcı bir örnek ise yönetmenin “tracking shot” ile beş yıllık bir zaman atlamasına bizi konuk ettiği bölüm. Kore sinemasının benzer temalı örneklerinden daha az “göstermesi” ve gösterdiğinin altını daha az çizmesi ile ayrılan filmin çok daha çarpıcı olmasını engelleyen kimi kusurları da var: örneğin kimi karakterlerinde klişe çizgilerden yeterince uzak durmaması ve kendi içinde her biri başarılı çekimlerin farklı tarzlarda olması nedeni ile birbiri ile yeterince kaynaşmış görünmemesi filmin gücünü azaltıyor. Ne var ki yukarıda belirttiğim diğer başarılarının yanında sadece buz pateni sahasında geçen sahnede görüntü ve ses kurgusu ile yaratılan yalın ama tedirgin edici atmosfer bile tek başına filmi kesinlikle seyre değer kılıyor.
(“Black Coal Thin Ice”)

Betlehem – Yuval Adler : İsrailli sinemacı Adler’in senaryosunu Filistinli Ali Wakad ile birlikte yazdığı ve yönettiği ilk uzun metrajlı çalışması olan film dünyanın ezeli ve ebedi görünen bir sorunu olan Filistin meselesini 2013 tarihli Filistin yapımı “Ömer” gibi, İsrail adına muhbirlik yapan bir Filistinli karakter üzerinden, daha doğrusu onun ve bilgi verdiği israilli gizli servis elemanının üzerinden anlatıyor. Adler’in 2013 yılında İsrail Film Akademisi’nin hemen tüm ödüllerine aday olmuş ve çoğunu da kazanmış olan filminde muhbir ve adına çalıştığı kişi arasındaki “baba-oğul” ilişkisi hikâyenin ana temalarından biri ve finalinin trajikliğini sağlayan da temel olarak bu. Senaryo Filistin meselesinde kimin haklı olduğunu anlama/anlatma derdinde değil; hikâyemiz daha çok içinden çıkılamayacak derecede karmaşık hale gelmiş ve çözülmesi de imkânsız görünen bir problemin bireyleri içine attığı hayatları, yapmak zorunda kaldıkları seçimleri ve bu seçimlerin onları eninde sonunda trajik bir sona götüreceğini anlatmaya soyunmuş ve bu açıdan da başarılı olmuş kesinlikle. Filmin zaman zaman sinemadan çok televizyona uygun bir anlatım tarzını benimsemesi, gösterdiklerinde ve gösterme şeklinde fazle bir yenilik içermemesi ve hikâyenin odağında yer alan ikili arasındaki etraflarındaki tüm dehşet, nefret ve savaşa rağmen değerini yitirmeyen ilişkiyi yeterince sağlam bir dramatik güçle anlatmaması ise filmin aleyhine olmuş. Yine de günümüzün gerçeklerinden birini karşımıza getiren ve “şehidin paylaşılamaması” gibi hem absürt hem korkunç olmayı başarabilen sahne gibi anları ile görülmeyi hak eden bir çalışma bu.

2013 Festival Notları 4

Después de Lucía (Lucia’dan Sonra) – Michel Franco : Meksika ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen film yönetmen Franco’nun ikinci uzun metrajlı çalışması. Trafik kazasında annenin ölümü ile başka bir şehire yerleşen baba ve kızının hikâyesi beklenmedik ölçüde sert bir çalışma. Büyük kayıplarının altından kalkmaya çalışan ikiliden kızın yeni okulunda arkadaşlarından gördüğü muamele en katı yürekleri bile çileden çıkartacak cinsten. Günümüzün erken büyüyen, toplumsal değerlerin hayatlarında yer bulamadığı gençlerin yaşama biçimlerini ve kıza yaptıklarını anlatırken ve gösterirken bilinçli bir biçimde ileri gitmiş Franco ve kayıplarını büyütmemek için üzerinde konuşmayan iki karakterin zaman zaman birbirlerine söyledikleri yalanları bu kayıp ile mücadele etmenin bir yolu olarak kullanmalarının da neden olduğu trajediyi tüm açıklığı ile gösteriyor seyircisine. Senaryosundaki kimi küçük kusurlarına rağmen kendisini ilgi ile seyrettiren film çocukların/gençlerin bazen nasıl da acımasız olabileceğinin altını belki bir parça fazlası ile çizerken seyircisinin üzerinde rahatsız edici olsa da kalıcı bir etki bırakmayı da başarıyor. Kalıcı bir etki çünkü film tıpkı başladığı gibi uzun bir tek çekim ile biterken içinize yerleşmiş bir öfkeyi hissetmeniz hayli yüksek bir olasılık.

Student (Öğrenci) – Darezhan Omirbayev : Yönetmen Omirbayev’in Rus yazar Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanını günümüz Kazakistan’ına kendi senaryosu ile uyarladığı bir film. Kapitalizmin Rus toplumunda etkisini göstermeyi başladığı 1800’lü yıllarda gençlerdeki öfkeyi de konu alan romandaki olayları Omirbayev Sovyetler’in çöküşünden sonra doludizgin kapitalizme koşan eski Doğu Bloku ülkelerinden biri olan Kazakistan’a uyarlamış. Romanda daha bilinçli ve işlediği cinayet için argümanlar geliştiren baş karakter burada daha çok etrafında gördüklerinden ve kendi yoksulluğundan yola çıkıyor gibi görünüyor. Komünizm dönemindeki “bir sürü olarak mutlu olmaya çalışmanın” yerine yeni dönemde sadece “tek başına ve kendi mutluluğuna odaklanan” ve evrim teorisindeki sadece güçlü olanın ayakta kalması fikrini insan hayatına da doğal bir biçimde uyarlayan bir zihniyetin hâkim olduğu ülkesini eleştirisinin odağına alan yönetmen hikâyesini süslemeden ve yalın bir dil ile anlatıyor. Baş karakterin romanın aksine fazlası ile silik bir kişiliğe büründürülmesi filmin çekiciliğini azaltmış açıkçası ve oyunculuklar da bir parça fazla amatör görünüyor. Yeni inşa edilen dev binaların ve o binaların cam ve beton bloklarının altını çizen ve yeni zenginlerin sıkı bir eleştirisini yapan yönetmen bu yeni dünyada kendisine yer bulamayan şair karakteri üzerinden de filmin havasından hiç eksilmeyen umutsuzluğu besliyor. Belki gereğinden fazla yalın ve bu nedenle de bir parça “boş” görünen film hikâyesinin düşündürdükleri ile önemli daha çok.

Elefante Blanco (Beyaz Fil) – Pablo Trapero : Arjantinli sinemacı Trapero şehrin hemen içindeki geniş alanlara yayılan ve yoksulluk, uyuşturucu ve çeteler ile dolu mahallelerin birindeki iki din adamının ve bir sosyal görevlinin yaşadıklarını anlatıyor. Amazon ormanlarındaki bir katliam ile başlayan film benzeri bir katliamın yaşandığı Arjantin’de biterken, yine de umudu elden bırakmıyor. İmkânsız görünen bir çabanın peşindeki bu üç insanın zaman zaman inançlarını yitirme noktasına gelmesini, ne olursa olsun direnmesini ve sık sık içine düştükleri çaresizliği etkili bir şekilde anlatıyor. Üç başarılı oyuncusunun epey katkıda bulunduğu film hikâyesinde bir şeyleri eksik bırakmış ama bir şeyleri de gereksiz katmış görünüyor. Latin Amerika’da yoksul halkın din ile ilişkisi, Katolik Kilise’sinin tam tersi yönde ve çoğunlukta olan örnekleri olsa da kimi görevlilerinin suç çeteleri ve hükümetlere karşı yoksul halkın yanında yerini alması örneğin, filmin hikâyesi ile uyumlu ve üzerinden epey zengin malzeme çıkartılabilecek bir konu ama filmde yeterince bulamamış yerini. Buna karşılık din adamlarından birinin inancına ve yeminine aykırı bir şekilde içine girdiği gönül ilişkisi hikâyeye belki ek bir dramatizm katan ama kesinlikle gereksiz bir unsur olmuş. Saptadığı görüntüleri ve anlatımı ile de dikkat çeken film senaryosundan bir parça zarar görmüş sanki. Adaletin bırakın kendisini, kavramının bile yer bulamadığı bir dünyanın ne halde olacağını görmek için ilgiyi hak eden bir çalışma.

Pardé (Perde) – Jafar Panahi / Kamboziya Partovi: Berlin film festivalinden senaryo ödülü alan ve İran’ın yasaklı sinemacısı Panahi’nin bir başka İranlı sinemacı Partovi’nin yardımları ile çektiği bir film. İki yönetmenin aynı zamanda oyuncu olarak da yer aldığı film, sahildeki bir eve köpeği ile birlikte kendisini kapatan ve dışarıdan gelecek “tehlikelere” karşı pencereleri siyah perdelerle örten bir senaristin hikâyesi olarak başlıyor. Dışarıdan gelen ve başları dertteki iki karakterin de eve girmesi ile bir süre sonra gördüklerimizin bir sinemacının yaratma sürecinin izlenimleri olduğunu anlıyoruz. Senaryo bu nedenle hem sanat ve sanatçı üzerine hem de Panahi’nin içinde bulunduğu gerçek durum üzerine hayli sembolik bir biçim alıyor. Evin duvarlarındaki eski Panahi filmlerinin posterleri, devlet televizyonundaki gerçek köpek katliam görüntüleri ve evin dışına hiç çıkmayan ve sadece açılış ve kapanıştaki uzun bir tek çekimle oluşturulmuş sahnede dışarısını gösteren kamerası ile filmin “kapalı perdeler” altında yaşayan bir toplumun özgürlük sorununu gündeme getirdiğini ve bunu yaparken akıllı ve ustalıklı bir dil kullandığını belirtelim. Sembolizmi bir parça fazla görünebilir kimi seyirciye ve bilinen anlamda bir hikâyeye sahip olmaması yadırgatabilir ama bir sanatçının “tutsak” edilmesini anlatan bir filmin günümüz Türkiye’sindeki kimi durumlar düşünüldüğünde özellikle bizler için hayli önemli olduğunu söylemek gerek. Farklı düşünen/yaşayan insanların siyah perdeler ile gizlenmiş ortamlarda yaşamak ve üretmek zorunda kalmaları elbette öncelikle sanatçıların karşı durması gereken bir durum ve Panahi’nin içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun düşünmeye ve üretmeye cesaret edebilmesi de örnek alınması gereken bir tutum kuşku yok ki.