2013 Festival Notları 3

Boven is Het Stil (Her Şey O Kadar Sessizdi ki) – Nanouk Leopold : Hollanda sinemasından tıpkı adı gibi hayli sessiz ve hareketsiz bir film. Yaşlı ve hasta babasına bakan ve içinde tuttuğu eşcinselliği ile çiftliğinde yalnız ve karanlık bir hayat yaşayan bir adamın bu hikâyesi belki herkese göre değil ama kendinizi filme teslim ederseniz keyif alacağınız kesin. Kendisini çiftliğindeki rutin hayata teslim eden ve komşu kadının veya kendisi ile yakınlaşmak istediğini hissettiren kamyon şöförünün ilgisini ret eden adamın yanına yardımcı olarak giren ve en az onun kadar yalnız genç ile “ilişkisi” bir değişikliğin de kapısını aralıyor. Çekimlerden hemen sonra 50 yaşında ölen Hollandalı oyuncu Jeroen Willems’in hemen her karesinde göründüğü ve karakterinin derin mutsuzluk ve yalnızlığını ve bunların sonucunda oluşmuş görünen katılığını kendiniz için hissettirecek kadar başarılı oyunu ile parladığı film bir insanın kendisi olamamasının nasıl acı ve trajik bir sonucu olabileceğini gösteriyor başarı ile. Genç yardımcı ile tamamına ermeyen yakınlaşma adamın katılığına bir pencere açarken, yönetmen Leopold sakin, tekrarlanmış anlarla dolu ama kesinlikle karakterinin ruh durumunu yüzünüze çarpan bir gerçekçilik içeren anlatımı ile olgun bir sinema örneği veriyor. Seyri belki kolay olmayan ama bunu kesinlikle hak eden bir film.
(“It’s All So Quiet”)

Jiseul – Meul O. : Güney Kore sinemasından 1948’de yaşanan gerçek olaylardan esinlenen bir film. Ülkede yerleşik olan Amerikan idaresinin kararı ile belli bir bölgenin dışında yaşadıkları için komünist olarak ilan edilen ve görüldükleri yerde vurulması istenen köylülerin bölgedeki askerlerden kaçarak bir mağaraya sığınmalarını anlatan film siyah beyaz görüntülerinin başarısı ile dikkat çekiyor öncelikle. Bölgedeki katliamın bütününe değil, bir avuç köylünün ve peşlerindeki askerlerin yaşadıklarına odaklanan film, bu insanların yaşadıkları sıkışmışlığın zaman zaman sertleşen bir resmini çiziyor. Saf köylüleri bir yandan ölüm korkusunu yaşarken diğer yandan günlük basit konuşmaları ile gösterirken sonradan yaşanacakların dehşetini de artıyor filmimiz. Eleştiriye açık yanları ise filmin gerçekçilik ile bir sahne oyunu havası arasında gidip gelmesi zaman zaman ve askerlerin gereğinden fazla vahşi birer profil ile getirilmesi karşımıza. Kendisi de olayların geçtiği bölgenin insanlarından olan yönetmenin, bugün ABD’nin hâlâ sessizliğini koruduğu bir olayı kurgularken hassasiyet göstermesi anlaşılır bir durum elbette ama kimi anlarında ilginç ve etkileyici bir şiirsellliğe de ulaşan filmini bazı gereksiz uzatmalara başvurmadan ve istikrarlı bir tonda (şiirsel, gerçekçi, sert, hüzünlü gibi pek çok sıfatı kullanabilirsiniz film için) anlatsaymış çok daha iyi olurmuş gibi görünüyor. Bir de kimi anlarda araya giren keman keşke bu kadar yükseltmeseymiş sesini demek de gerekiyor sanırım.

Touche pas à la Femme Blanche (Beyaz Kadına Dokunma) – Marco Ferreri : İtalyan yönetmen Marco Ferreri’nin 1974’te İtalya-Fransa ortak yapımı olarak çektiği film tam anlamı ile bir fars. Paris’teki bir inşaat alanında geçen hikâye Amerikan tarihinin “kahramanlarını” (George Armstrong Custer, Buffalo Bill vs.) ve kızılderili liderlerini (Oturan Boğa gibi) tarih ve mekanların birbirine girdiği bir içerik ile anlatıyor. Tarih hem 1800’lü yıllar hem de Nixon’ın posteri ve Vietnam ve Cezayir savaşlarına referansları nedeni ile 1970’ler ve 1960’lar. İnşaat alanının etrafında 1970’lerin Paris’inin mekanları var ama sondaki “savaş” sahnesi kızılderililerin Amerikan ordusunu yendiği ve Montana’daki Little Bighorn’da gerçekleşen çarpışmayı anlatıyor. Hikâyedeki CIA tişörtü giyen ve bir sonraki görevi için Şili’ye gidecek olan “antropolog” (1973’te ABD destekli askeri darbe ile devrilen Şili hükümetini hatırlayalım) ve yoksulların düşmanı ve “ilerlemeye” tapan iş adamlarının sembolü olan karakterleri de düşününce filmin kapitalist düzene hayli alaycı bir saldırı olduğu açık. Günümüz Türkiye’sinde kentsel dönüşüm adı altında yoksulların nasıl yerlerinden edildiğini ve rantın tek egemen değer hale geldiğini düşününce film elbette çok önemli bir başka anlam daha kazanıyor bizler için; hikâye tüm o tarihsel referanslarının da ötesinde savaşları kimlerin çıkardığını, “ekonomik ilerlemenin ve rant yaratmanın” önünde engel olarak görülen yoksulların nasıl kolayca harcanıverdiğine odaklanıyor asıl olarak. Bu yoksullar bazen kızılderili bazen de Vietnamlı adını alabilir ama kaderleri değişmiyor. Filmin tüm bu önemli mesajları sinemasal olarak nasıl verdiğine gelince, orada bir problem var maalesef; kimi gerçekten başarılı fars sahnelerinin varlığına ve büyük oyuncularına (Catherine Deneuve, Marcello Mastroianni, Philippe Noiret, Ugo Tognazzi, Alain Cuny, Serge Reggiani vb.) rağmen film bir türlü vurucu bir güce ulaşamıyor. Alaycılığı adeta kendisinin ciddiye alınmasına da engel olmuş görünen çalışma bir süre sonra seyredende anlamsız ama anlaşılabilir bir sıkılmaya da yol açıyor üstelik.
(“Don’t Touch the White Woman”)

2013 Festival Notları 2

Pozitia Copilului (Çocuk Pozu) – Calin Peter Netzer : Romanya sinemasından Berlin’de hem Altın Ayı hem de FIPRESCI ödülü kazanmış bir film. Son yılların atılım içindeki Rumen sinemasına özgü bir biçimde bireysel ilişkilere odaklanan ama çok başarılı senaryoları ve mükemmel diyalogları aracılığı ile bu ilişkileri bireyselliğin ötesinde bir düzeyde okumaya imkân veren bir film karşımızdaki. Yönetmeye, emretmeye ve kontrol etmeye alışkın bir anne ile otuzlu yaşlardaki oğlu arasındaki ilişki adamın neden olduğu ve yoksul bir gencin ölümüne yol açan kazanın sonuçları üzerinden anlatılıyor. Anneden özgürlüğünü almak isteyen ama buna hazır da olmayan adamın ve bu kazayı oğlunu tekrar “ele geçirmek” için bir fırsat olarak gören annenin hikâyesi, Çavuşesku sonrası kendisini kapitalizmin kucağına atan ülkedeki yozlaşmayı başarı ile sergilerken Romanya sinemasının benzeri örnekleri gibi bol konuşmalı sahneleri ile seyircisini dikkatle seyretmeye zorluyor. Anne ve oğlunun filme harika bir kapanış sağlayan final sahnesinde kazada ölen çocuğun ailesini ziyareti ise gerçekten etkileyici. Bu sahnede adamın korkaklığı, annenin ailenin yanında döktüğü göz yaşının gerçekte ölen için değil kendi çocuğu için olması ve tüm o benzersiz diyaloglar filme etkileyici bir son armağan ediyor. Hem duygusal hem komik hem de sert olmayı başarabilen bir çalışma.
(“Child’s Pose”)

Uroki Garmonii (Uyum Dersleri) – Emir Baigazin : Kazak yönetmen Baigazin senaryosunu da yazdığı ilk filminde bir okulu adeta toplumun mikrokozmosu olarak ele alıp, Darwin’in “en iyinin hayatta kalması – survival of the fittest” teorisinden esinlenen bir çalışma yapmış. Tamamı ilk filmlerinde oynayan amatör oyuncuları ile anlattığı hikâyede okulda arkadaşlarının zorbalığına maruz kalan bir çocuğun yaşadıklarını etkileyici bir dil ile ele alıyor. Şiddetin adeta doğal olduğu bir çevrede geçen filmde güç kimde ise diğerlerini eziyor sürekli olarak; baş kahramanın küçük hayvanlara yaptıkları, okuldaki çetelerin öğrencilere çektirdikleri veya işlenen bir cinayet sonrası polisin sorguda öğrencilere uyguladığı işkence alıp başını gidiyor. Artistik başarısı nedeni ile Berlin’den ödülü olan filmin görüntülerinin başarısının çarpıcılığı dikkat çekerken, oyuncuların doğallığı da filmin gerçekçiliğini ve dolayısı ile etki gücünü artırıyor. Filmin “soğuk ve minimal” set tasarımı ile karakterlerini öne çıkarması ve hareketsiz kamera ile seyircisini teknik oyunlar ile değil gösterdikleri ile ele geçirmeyi başarması da önemli. Özellikle son bölümü bir parça uzamış görünse de ve günümüz filmlerinde görmemizin mümkün olmayacağı bir şekilde böcek vs. gibi küçük hayvanları hikâyenin anlatıldığı bölge için belki doğal ama bizler için sert görünebilecek davranışlara maruz bırakması rahatsız edici olsa da önemli bir film.
(“Harmony Lessons”)

W Imie… (… Adına) – Malgorzata Szumowska : Leh yönetmen Szumowska’dan katolikliğin toplumda yaygın ve baskın olduğu Polonya’da geçen ve eşcinsel bir rahibin yaşadıklarını anlatan bir film. Katolik dünyasındaki üzeri yıllarca örtülmüş çocuk tacizlerinin kendisini geri planda hissettirdiği bir film bu ama yönetmen bunu değil bir başka trajik bir durumu ele alıyor. İşini çok iyi yapan ve güçlü inançları olan rahibin bastıramadığı eşcinsel duygularının neden olduklarını konu ediniyor ve bunu belki yeterince etkileyici ol(a)mayan ama kesinlikle kahramanının acısına ortak eden bir dil ile anlatıyor. Filmin ikinci yarısından itibaren bir parça dağılmaya başladığını ve dramın asıl ortaya çıktığı anlardaki bu dağınıklığın filme zarar verdiği açık. Andrzej Chyra’nın baş roldeki başarılı performansına rağmen yönetmenin kimi tercihleri onun “içindeki” patlamayı gereğinden fazla dışarıya vurmasına neden oluyor; örneğin sarhoşluk sahnesi veya mısır tarlasındaki “maymunlar” filmin geneli için bir parça ayrıksı kalmışlar. İlginç konusunu ve bu konunun vaat ettiklerini yeterince dillendiremeyen film yine de ilgiyi hak ediyor. Keşke rahibin ablası ile internet üzerindeki görüntülü konuşması daha iyi yazılmış ve sahnelenmiş olsaydı; filmin değerlendirilemeyen gizli gücü bu gibi kritik anlarda gizliymiş çünkü.
(“In the Name of”)

The Rocket (Roket) – Kim Mordaunt : Laos ve Avustralya ortak yapımı olan film doğumu sırasında ikizinin öldüğü ve kabilesinin inançları gereği uğursuz olarak görülen bir çocuğun gözlerinden anlatılan bir hikâyeye sahip. Savaşın, yoksulluğun ve hızla değişen hayatın neden olduğu bir kaos içinde yaşayan insanların hikâyesini film yeterince güçlü bir sinemasal dil ile getiremiyor karşımıza ve yönetmene ait olan senaryo da farklı ilgi alanları içinde kayboluyor zaman zaman. Yapılacak baraj nedeni ile köylerinden olan insanların dramının kaynağına örneğin, bir kez değinilip sonra unutuluyor ve bunun yerine film çocuğun ailesi ile yaptığı yolculuğa ve kendilerine bir yurt edinme çabalarına odaklanmayı tercih ediyor sadece. Benzer şekilde çocuğun “uğursuzluğunu” trajik sonuçları olan bir gelenek olarak göstererek başlayan film daha sonra bu geleneği nerede ise mizah konusu yapıyor ki bu da bir tutarsızlığa neden oluyor. Çok etkileyici çekilmiş bir kaza sahnesi, çocuk oyuncu Sitthiphon Disamoe’nun sevimliliğe sığınmayan başarılı oyunu, hiç tanımadığımız bir coğrafyadan sergiledikleri ve yoksulluğun içinden umudu çıkarabilmesi ile yine de önemli bir film.

Krugovi (Kesişen Hayatlar) – Srdan Golubovic : Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde yaşanan trajedilerden birine odaklanan film, gösterimin ardından soruları cevaplayan yönetmen Golubovic’in kendi ifadesi ile bir savaş filmi değil, insanlar hakkında bir film. Müslüman komşusunu döven asker arkadaşlarına karşı çıkan bir Sırp askerin öldürülmesini ve bu olayla ilgili tüm karakterlerin on iki yıl sonraki hayatlarını anlatan hikâye affetmek ama unutamamak üzerine bir çalışma. Gerçek bir olaydan esinlenen film henüz tazeliğini koruyan bir dönemi oyuncularının parlak performansı eşliğinde ve herhangi bir taraf tutmadan aktarırken kimi sahneleri ile gerçekten yürek parçalıyor. Bir soruya cevap verirken, filminde tüm bu trajedilerin yaşandığı dönemde Belgrad’da savaş karşıtı gösteriler yapmak dışında bir şey yapmayan veya bir başka deyişle yapamayan kendisi gibi insanların hikâyesini de anlatmaya çalıştığını vurgulayan yönetmen sade bir anlatımla bir acı dönemi ve kuşkusuz hâlâ süren etkilerini hatırlatıyor seyredenlerine. Evet unutulmayacak bir dönem bu ama affetmek ile belki de insanlık yeni bir kapıyı aralayabilir, kim bilir?
(“Circles”)

2013 Festival Notları 1

Quelques Heures de Printemps (Bir Yudum Bahar) – Stéphane Brizé : Fransız yönetmen Brizé 2009’daki mükemmel “Mademoiselle Chambon” adlı çalışmasından sonra bir kez daha yüreklere ve akla dokunan bir film çekmiş. Yine Vincent Lindon’un başrolde olduğu ve kendisine Hélène Vincent ve Emmanuelle Seigner’in başarı ile eşlik ettiği filmde Brizé bir kez daha büyük sözler etmeden, gerçekçi karakterlerin gerçek hayatları yaşadıkları bir hikâye ile anne ile oğlu arasındaki uzlaşılamayan ilişkiyi ötenazi olgusunu da içine katarak anlatıyor. Son bölüm bir parça odağı gereksiz bir şekilde başka bir alana kaydırsa da film doğallığı ile çarpıyor seyredeni. Her bir cümlenin nerede ise kusursuz olduğu bir senaryo, başarılı oyunculuklar ve sakin ve has bir sinema tadı veren mizanseni ile Brizé yine mükemmele yakın bir iş çıkarmış. Sinemanın süslenmiş, çarpıtılmış, bir ürüne dönüştürülmüş olanları değil gerçek karakterleri, insanları ilgi alanına aldığında nasıl etkili olabildiğini bir kez daha kanıtlayan, kaçırılmaması gerekli bir film.
(“A Few Hours of Spring”)

7 Cajas (7 Kasa) – Juan Carlos Maneglia / Tana Schembori : Paraguay sinemasından eğlenceli, gerilimli, hızlı ve seyre kesinlikle değer bir film. Kalabalık bir çarşı içinde, daha doğrusu bir pazar yerinde geçen film tek amacı “televizyon ekranında görünmek” ve biraz para kazanmak olan bir gencin bulaştığı işte başına gelenleri hızlı bir tempo, eşlik eden keyifli müzikler ve komediye de göz kırpan bir atmosfer ile anlatıyor. Belki de tek kusuru komedinin dozunun gereksiz arttığı bölümler olan film çok sayıdaki ana karakteri, rahatsız etmeyen ilişkiler içinde birbirine bağlamayı başarmış ve ortaya enerjik bir çalışma çıkmış. Pazar yerindeki el arabalı takip sahneleri için bile ilgiyi hak ediyor. Kaosun içinden etkileyicilik çıkartmayı başaran eser yoksulluğu da sömürmeden veya anlamsız bir biçimde benzetildiği “Slumdog Millionaire” filmindeki gibi şıklıkların parçası yapmadan hikâyesinin odağına koymayı başarıyor.
(“7 Boxes”)

Lemale et Ha’halal (Boşluğu Doldurmak) – Rama Burshtein : İsrail’de ortodoks yahudilerin aşırı muhafazakâr hayatlarında geçen bir dram. Doğum sırasında ölen ablasının kocası ile evlenmesi beklenen genç bir kızın hikâyesini, kendisi de kadın olan yönetmen Burshtein kadınlara özgü denebilecek bir duyarlılık ile ele almış. Evlenmenin kadınlar için nerede ise tek amaç olarak göründüğü bir toplumda bireysel özgürlüğünü öne çıkarmaya çalışan genç kızın önündeki en büyük engel olan kişinin yine bir kadın, annesi oluşu ve onun gerekçesinin de kadınlara özgü bir anaçlık içermesi hayli ilginç bir yaklaşım. Burshtein’ın senaryosu bu ibadet odaklı toplumun geleneklerinin bolca ve açıkçası biraz dozu kaçmış bir biçimde sergilenmesine izin veren ve hatta yönetmenin eleştirmekten çok objektif bir sergileme ağırlıklı tavrı nedeni ile kimi oldukça eğlenceli anları karşımıza getiren bir yapıya sahip. Erkeklerin inanç ve ekonomi alanında, kadınların ise aile konularında hâkim güç olduğu toplumda bireylerin özgürlüklerinin nasıl “doğal” bir kısıtlamaya tabi olduğunu anlatan etkili bir dram bu film.
(“Fill the Void”)

Yek Khanévadéh-e Mohtaram (Saygın Bir Aile) – Massoud Bakhshi : 22 yıl sonra ülkesi İran’a üniversitede geçici olarak ders vermek için dönen bir akademisyenin yaşadıklarını anlatan film ülkenin devrim ve sonrasında geçirdiği değişimin kendisine değil bireylere odaklanıyor ve ülkenin nasıl bir kaosun ve yozlaşmanın içinde debelendiğini anlatıyor. İlginç bir şekilde komik anları da içermeyi başaran film baş oyuncusu Babak Hamidian’ın oldukça başarılı oyunu ile eğlenceli olmayı da beceriyor. İran sinemasının sinemasal atraksiyonlardan uzak, karakterlere ve onlar üzerinden sosyal meselelere dokunan çarpıcı filmlerinin bir başka örneği. Bol diyalog içermesine rağmen hiçbir anında sıkmamayı başaran film sondaki sürprizini hiç açık etmemesi ile de takdiri hak ediyor. Irak ile İran arasındaki savaşın görüntülerini hikâyeye ustalıkla yediren film olayların geçtiği iki şehri, Şiraz ve Tahran’ı hikâyenin atmosferine uygun bir biçimde taşıyor perdeye. İranlı resmi görevlilerin akademisyene sık sık sarfettiği “siz Avrupa’dan gelenler burada kanun yok mu zannediyorsunuz” cümlesi ülkenin nasıl bir ruh hali içinde olduğunu akıllıca gösteren bir seçim olmuş yönetmenin yazdığı senaryo için.
(“A Respectable Family”)

Suspension of Disbelief (Gördüğüne İnan) – Mike Figgis : Gerçek ile kurgu arasındaki ayrıma odaklanan filmin adı -sinema sanatı için düşünüldüğünde- seyircinin gördüğünün bir kurgu olduğu düşüncesini bir kenara bırakıp ona inanmasını anlatan bir terim; bir başka deyişle seyircinin gördüğüne inanmamayı askıya alması anlatılmaya çalışılan. Film içinde film mantığı ile ilerleyen film, Figgis’e özgü teknik yaklaşımların (bölünmüş perde, yavaşlatılmış hareketler, renkliden siyah beyaza geçişler, yüksek grenli görüntüler vs.) bolca kendisini gösterdiği bir çalışma. Ne var ki filmin kendisinin seyircinin inançsızlığını ertelemesini sağlayabildiği şüpheli. Gereğinden fazla şık bir görüntüsü olan film seyirciyi karakterlerinin yanına taşımakta da zorlanıyor ve teknik ağırlıklı yaklaşım seyredilenin gerçek olarak algılanmasını da güçleştiriyor. Yine de her Figgis filmi gibi ilgi çekici yanlarının olduğu açık; yönetmenin senaristliğini, kurgusunu ve görüntü yönetmenliğini de üstlendiği film sadece giriştiği deneme açısından bile ilgiyi hak ediyor örneğin. Ayrıca tartışmaya açtığı kavramın da hayli farklı okumalara ve düşünmelere imkân verdiğini akılda tutmalı.

2012 Festival Notları 4

Terraferma – Emanuele Crialese : Avrupa’ya deniz yolu ile kaçak girmeye çalışan göçmenlerin trajedisi üzerinden anlatılan hümanist, dürüst ve bir parça naif bir hikâye. Karakterlerini yeterince derin işleyemeyen ve sinema dilinin klasik kalıpları içinde hareket eden film bireysel çözümlerin öne çıktığı ve toplumsal değerlerin hızla yok olduğu günümüzün neo-liberal dünyasında yaşamın vicdan sahibi insanlar için ne kadar zor hatta imkânsız olacağını anlatmaya soyunması ile önemli. “Ötekine” bakışın nesiller arasında nasıl hoyratça değişebildiğini gösteren hikâyesi küçük de olsa umut veren sonu ile mutlu edebilir ama hayata tutunmak için teknelerinden denize atlayan göçmenler ile teknedeki parti sırasında müzik eşliğinde denize atlayan turistleri karşı karşıya getirerek belki fazla doğrudan ama iç acıtan bir metafor aracılığı ile etkileyici bir umutsuzluğun altını çiziyor. Kayığının kenarına son bir umut ile tutunan bir insanın ellerine kürekle vuran bireylerimiz hepimiz diyor bu film.
(“Memleket”)

Der Fluss war einst ein Mensch – Jan Zabeil : Bu yılın sürprizi. Bir oyuncu, bir kamera, bir sesçi ve beş sayfalık bir senaryo ile nasıl hem yüreğe hem beyne seslenen bir film çekilebileceğinin nerede ise mükemmel bir örneği. İlk filminde yönetmen Zabeil derin Afrika’da geçen hikâyesinde sessizlikler, boşluklar ve “mücadele” ile geçen sahnelerde sinemanın öncelikle bir görüntü sanatı olduğunu hatırlatıyor ve bunu üstelik nerede ise sık düşülen bir tuzağa hemen hiç düşmeden yapıyor; kamera Afrika’nın güzel görüntülerinin peşine takılmıyor veya egzotikliğin yorucu kolaylığına kapılmıyor. Alışık olduğumuz bir dünyanın hemen tamamen tersi bir dünya ile karşılaşmanın ve burada yalnız kalıp kaybolmanın bu çok başarılı hikâyesi kameraman Jakub Bejnarowicz’in ayrıca takdiri hak ettiği bir çalışma.
(“The River Used to Be a Man” – “Nehir Bir İnsandı”)

Sangue do Meu Sangue – João Canijo : Portekiz sinemasından zaman zaman Yunan trajedilerini çağrıştıran hikâyesi ile bir emekçi sınıf filmi. Başta Rita Blanco olmak üzere güçlü oyuncu kadrosu, yönetmenin çoğunlukla tek çekimle gerçekleştirdiği sahneleri, yumuşak kamera hareketleri ve ustalıklı yönetilmiş kalabalık oyunculu anları ile dikkat çekiyor bu çalışma. Tüm karakterlerinin şu ya da bu şekilde mutsuz olduğu film ilişkiler, sevgi ve dayanışma üzerine de ilgi çekici şeyler söylüyor ama trajedisinin zaman zaman bir soap opera havasından kurtulamamasından da epey zarar görüyor. Özetle Mike Leigh’ninkilere benzeyen ama hikâyesi ve sineması o denli güçlü olmayan bir film.
(“Blood of My Blood” – “Kendi Kanım”)