2012 Festival Notları 3

L’Exercice de L’état – Pierre Schoeller : İki Fransız oyuncunun (Olivier Gourmet ve Michel Blanc) sürüklediği ve Fransız siyasetinin, hükümetlerin işleyiş yöntemlerinin ve bu arada bireylerin, dürüstlüğün ve doğruların arada kaynayıp gitmesinin sıkı bir senaryo ile anlatılmış hikâyesi. İnanılmaz bir başarı ile çekilmiş ve sinemada seyretmekte olan herkesi kendi başına gelmiş gibi ürküten kaza sahnesinden açılıştaki bir adamın fantezileri sahnesine görsel yanı da güçlü olan film belki diyaloglarının fazlalığı ile ve özelleştirme başta olmak üzere kimi liberal politikalara karşı duruşunu yeterince güçlü belirtmemesi ile eleştirilebilir ama adına politikacı denen kişilerin kendi günlük kavgaları içinde milyonlarca insanın hayatını şu yanda bu yönde değiştirirken oynadıkları oyunları sergilemesi ile güçlü bir film.
(“The Minister” – “Bakan”)

Jooltak Dongshi – Kim Kyung-mook : Güney Kore’nin veya daha genel bir deyiş ile günümüz büyük şehirlerinin “yurtsuzları” üzerine farklı bir film. Biri Kuzey Kore’den kaçak gelen, diğeri ise zengin ve evli bir adamın sevgilisi olan iki adamın bu bir parça sert hikâyesi herkese göre değil. Mülteci olmak veya LBGT toplumunun bir üyesi olmak gibi iki farklı dünyadan gelen iki adamın çıkışsızlığı yönetmen tarafından seyirciyi zorlayacak kimi sahneler eşliğinde anlatılırken, eşcinsel seks sahnelerinden porno film sahnelerine, tek çekimle gerçekleştirilmiş uzun ve diyalogsuz bölümlerden el kamerası ile çekilmiş sahnelere film tonunu tam anlamı ile oturtamamış görünüyor ve mültecinin iş arkadaşı bir kız ile olan yakınlaşma hikâyesinde olduğu gibi senaryo kimi eksiklikler de taşıyor ama şehire tepeden bakan bir evde tek başına dans eden adamın yalnızlığından muhteşem finaline benzersiz sahneler de içeriyor.
(“Stateless Things” – “Yurtsuzlar”)

Albert Nobbs – Rodrigo Garcia : 19. Yüzyıl İrlanda’sında erkek kılığında bir otelde uşak olarak çalışan bir kadının hikâyesini anlatan film potansiyelini hak ettiği ölçüde sergileyemeyen ve çoğu anında vasatın üzerine çıkamayan bir çalışma olmuş. Anaakım sinema bu tür netameli konuları ele alınca genellikle kendini dizginlemekten kaynaklanan bir kısırlık içinde kalıyor ve film tam da bunun örneği olmuş. Janet McTeer’ın yardımcı bir roldeki çok başarılı performansı, dekor ve kostümlerin başarısı ve sözlerini baş rolünü üstlenen Glenn Close’un yazdığı ve kapanış jeneriğine eşlik eden Sinead O’connor şarkısı “Lay Hour Head Down” filmde ayakta kalan öğeler. Yönetmen Garcia “Mother and Child” filmindeki kadar olmasa da fazlası ile güvenli sularda kalmayı tercih ediyor ve filmini güçlü bir sanatsal başarıdan mahrum tutuyor. Kadınların birey olarak öne çıkmasının nerede ise imkânsız olduğu bir dönemde iki kadının trajedisi hak ettiği sanatsal muameleyi görmüyor ve sonlarda doktorun ifade ettiğinin aksine insanların kendisi gibi olabilmek için neden acı çekmek zorunda kaldığını anlatma fırsatını kaçırıyor film.

2012 Festival Notları 2

Despair – Rainer Werner Fassbinder : Yıllar sonra bir Fassbinder filmini büyük perdede görmek güzel oldu. Filmin baş kadın oyuncusu Andréa Ferréol’nun gösterimden önce filmin çekimi ve Fassbinder ile ilgili anılarını kapsaması ile zenginleşen konuşması çok keyifli idi. Nabokov’un romanından Tom Stoppard tarafından uyarlanan filmin bütçesi Fassbinder filmlerinde alışık olunmadık kadar yüksek ve hikâye boyunca başta mekânlar ve dekorlar olmak üzere pek çok öğe bunu hissettiriyor sık sık. Bir adamın Weimar dönemi Almanya’sında “kendi bedeninden” dışarı çıkmasını ve kendisine yabancılaşmasını anlatan bu gerçeküstücü film Dirk Bogarde’ın muhteşem oyunu, mizahı, çok başarılı final sahnesi, Michael Ballhaus’un aynalar ve yansımalar ile örülü başarılı görüntüleri ile çekici bir film. Belki bugün bir parça eskimiş görünebilir ama ne olursa olsun bir Fassbinder filmi.
(“Cinnet”)

Las Acacias – Pablo Giorgelli : Arjantin sinemasından Pablo Giorgelli’nin ilk konulu filmi. Nerede ise konuşmasız ama sesi yine de hayli yüksek çıkan bir çalışma. Bir adam ve kadının kamyonla yaptıkları bir yolculuk boyunca birbirlerini tanımalarını, anlamalarını ve yakınlaşmalarını konu alan film iki baş oyuncusunun doğal oyunculuklarının yanında kadının 5 aylık bebeğinin performansından da oldukça yararlanmış görünüyor! Yönetmenin doğru zamanlama ve kurgu becerisi örneğin esneme sahnesinde en duyarsız kalbi bile yumuşatacak derecede başarılı. Kameranın yavaş ve yumuşak hareketleri, gerçek hayatta ne varsa sadece onun peşine düşen hikâyesi ve “sıradan” karakterleri ile etkileyici bir film.
(“Akasyalar”)

Fon Tok Kuen Fah – Pen-Ek Ratanaruang : Tayland sinemasından bir gerilim ve aksiyon filmi. Politik ve sosyal yozlaşma üzerine kurulu hikâyesi görsel yanı hayli güçlü kimi sahneleri ve çarpıcı kamera hareketleri ile dikkat çekiyor ama ikinci yarısından itibaren yönetmen ipin ucunu kaçırmış (veya bilinçli olarak bırakmış) gibi görünüyor. Geriye dönüşlerle şimdiki zamanın birbirine karışmaya başlaması, hikâyenin zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaşması ve başından vurulan kahramanımızın dünyayı ters (baş aşağı) görmeye başlaması probleminin hikâyeye yeterince yedirelememiş olması ve bu kadar güçlü bir öğenin hikâye boyunca sık sık “unutulması” filmi zayıflatıyor. Yine de görselliği ve baş oyuncusu Nopachai Chaiyanam’ın güçlü oyunculuğu ile ilginç bir film.
(“Headshot” – “Beyninden Vurulmuş”)

2012 Festival Notları 1

Les Trois Couronnes du Matelot – Raúl Ruiz : Klasik edebiyat tadında, hani o şömine başında oturan İngiliz centilmenlerinin soğuk kış gecelerinde birbirlerine anlattığı türden, bir hayalet hikayesi. Geçen yıl ölen yönetmenin 1983 tarihli bu filmi şiirselliği, görsel stili ve sıradan bir seyir tecrübesinden çok hissedilmeyi talep eden anlatımı ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir film. Evet tüm filmler şu ya da bu şekilde bir hikâye anlatır ama bu film bir hikâye anlatmayı da anlatıyor. Gerçek ile düşün birbirine karıştığı ve kimi zaman aralarındaki ince çizginin tamamen kaybolduğu bu film ölene kadar aralıksız film çeken Portekizli ustadan görselliğin de öne çıktığı ve insanın içine işleyen hüznü ile de dikkat toplayan bir çalışma.
(“Three Crowns of the Sailor” – “Denizcinin Üç Altını”)

Girimunho – Helvécio Marins Jr / Clarissa Campolina : İlk uzun metrajlı konulu filmlerini çeken iki yönetmenden belgesele yakın bir dil ile anlatılmış, sakin ve etkileyici bir film. Gerçek hayatlarına yakın rolleri canlandıran amatör oyuncularının ve diyaloglarının doğallığı, görüntülerinin başarısı ve samimiyeti ile dikkat çeken film tüm o sakinliğinin içinden size göz kırpan canlılığı ile kimi anlarında hayli çarpıcı olmayı başarıyor. İnsanın ilk nefesi ile son nefesi arasındaki günlerin anlamı (veya üzerine derin derin düşünmeyi gereksiz kılan anlamsızlığı) ve sıradanlığın içindeki zenginlik üzerine söyleyecekleri olan film hayatın “uzun ve sakin bir ırmak” olduğunun altını çiziyor. Sevimli, doğal ve güçlü bir çalışma.
(“Swirl” – “Döngü”)

Sibir, Monamur – Slava Ross : Bir başka ilk film. Muhteşem bir vahşi doğada, Sibirya’da, geçen film bu doğanın muhteşem görüntüleri ve altı biraz fazla çizilmiş bir müziği ile trajik bir epik adeta. İyilik ve kötülüğü karşı karşıya getirmesi ve kimi dinsel olan çeşitli sembolleri kullanması ile bir parça fazla ahlâkçı bir tavır benimsemiş görünüyor ama iyi anlatılan hikâyesi, başta çocuk oyuncusu Mikhail Protsko olmak üzere başarılı oyuncuları ve her biri bir çıkışın (veya bir kurtuluşun) peşindeki karakterleri ile ilgi çekici olmayı başarıyor. Bu “kurtuluş” arayışı filmin dine göz kırpan yaklaşımını da ele veriyor aslında. Bu bir kenara bırakılırsa filmin güçlü ve çekici olduğunu kabul etmek gerek.
(“Siberia Monamour” – “Sibirya Monamour”)

Faust – Aleksandr Sokurov : “Mat i Syn – Ana ve Oğul”, “Otets i Syn – Baba ve Oğul” ve “Aleksandra” gibi filmleri ile favori yönetmenlerim arasına girmiş Sokurov’dan Venedik’te Altın Aslan kazanan ve yönetmenin güç ve iktidar üzerine çektiği filmlerinin bu sonuncusu bir Faust uyarlaması ve hikâyeyi bilenler için zorlayıcı ama bilmeyenler için “öldürücü” olabilecek anlatımı ve müthiş set tasarımının ve karanlık tonların ağırlığını taşıyan görselliği ile hayli zengin bir film. Kimi klasik tabloları hatırlatan görselliği oldukça etkileyici ama zorlayıcı ve yoğun diyalogları ile seyri de pek kolay olmayan bir film karşımızdaki. Zaman zaman dışavurumcu sinemadan esintiler taşıyan, kimi çarpıtılmış ve netliği azaltılmış görüntüleri filmin düş (ve zaman zaman karabasan) havasını destekliyor ama bu düş havası asla gereksiz bir sanatsal çabanın sonucu gibi görünmüyor. Aksine bu hikâye başka türlü anlatılamazın ispatı gibi bu mizansen anlayışı. Zor ama sabırlı olanları ödüllendirecek bir film.

2011 Festival Notları 6

Chung Hing Sam Lam – Wong Kar Wai : Modern sinemanın tartışılmaz ustalarından biri olan yönetmen sadece “Aşk Zamanı” ile zaten görüp görebileceğimiz en iyi filmlerden birini yapmış bir sanatçı. Onun bu başyapıtından önceki ve sonraki tüm filmleri de o has sinemanın tadını taşıyan benzersiz örneklerinden. Yönetmenin stilize üslubunu sergilediği örneklerden biri olan filmde Tony Leung yine muhteşem. Hüzün ve komedi iç içe yine. Kamerasını hızlandırıyor, sabitliyor, yavaşlatıyor, oyuncularını serbest bırakmış gibi görünüyor yönetmen ve sinemanın farklı yolların peşinde olan örneklerine kendi adına bir ilave daha yapıyor. Kaçırılmaması gereken bir tecrübe.
(“Chungking Express” – “Chungking Ekspresi”)

The Mill and The Cross – Lech Majewski : Deneysel bir çalışma. Resim sanatının düşkünlerinin daha da büyük keyif alacağı filmde Bruegel’in “Haçı Taşıyan İsa” tablosu canlandırılıyor. Resimdeki karakterlerden seçilenler kendi küçük hikâyeleri ile bu görsel ve artistik denemenin kahramanları oluyor. Film sanatçının kendisini resmi yapım sürecinin parçası olarak karşımıza getiriyor ve sanatçının algısı, etrafında gördüklerinin kendisini etkilemesi ve sanatın hayatın sanatçının filtresinden geçmiş yansıması olması üzerine çok şey söylüyor. Görkemli bir teknik deneme ve ancak tutku ve sabır ile yapılabilecek bir çalışma. Sanatçının elini kaldırması ile tablodaki hareketin durması ve oluşan sessizlik tüyler ürpertici. Sanatın bir dalının diğerine verdiği ilhamın cesaret ve yaratıcılık içeren sonucu.
(“Değirmen ve Haç”)

Une Affaire de Femmes – Claude Chabrol : İkiyüzlülük, muhafazakârlık ve iktidarlarını yönettiklerine ibret olsun mantığı ile aldıkları kararlar üzerine oturtan güçlere bir eleştiri. Chabrol kolay olanı yapmayıp kahramanını kolayca özdeşleşilebilecek karakterlerden seçmiyor ve eleştirisini bu nötr konumu ile daha da güçlü kılıyor. Olağanüstü bir Isabelle Hupert adaletin iktidarlar tarafından mesaj verme aracı olarak kullanılmasının bu çarpıcı hikâyesini çok daha etkileyici kılıyor.
(“Story of Women” – “Bir Kadın Meselesi”)

The House of Mirth – Terence Davies : Nedense Terence Davies’den kostümlü bir dönem filmi fikri garip gelmişti bana. Hikâyesi ilerledikçe sizi gittikçe içine almaya başlayan filmlerden biri bu ve hikâyenin gerektirdiği inceliği, hassasiyeti ve –tüm o kostümlere rağmen- sadeliği ustalıkla kullanmış yönetmen. Kadının toplumdaki konumu ve bireyselliğin kadınlardan esirgenmesi üzerine inceliklerle dokunmuş bir manifesto. Duyguların bazıları için katı çizgilerle sınırlandığı, bir topluluğun parçası olabilmenin bireye dayatılan koşullara bağlı olduğu ve o topluluktan dışlanmanın kolay olduğu bir dönemin dürüstçe sergilendiği film melodrama kayan havasını bile bir avantaja dönüştüren çalışmalardan.
(“Keyif Evi”)