Suç ve Ceza Film Festivali 2017

1945 – Ferenc Török : İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra bir Macar köyüne gelen gizemli iki yahudinin köyde neden olduğu tedirginlik ve suçluluk duygusunu anlatan bir film. Bizi tek bir gün içinde olup bitenlere tanık yapan film, bir kısa hikâye havasını ustalıkla kullanıyor ve tüm karakterlerin duygularını (özellikle de korkularını, inkârlarını ve yüzleşmelerini) seyirciye etkileyici bir şekilde geçiriyor. Zaten önemli bir konuyu anlatan ve süresi de uzun olmayan filmin hikâyesine ayrıca Rus askerleri ile olan ilişkileri de eklemesi gibi yanlış görünen bir tercihi olsa da, işlenen suçların üzerine kurulu bir huzurun kalıcı olamayacağını çekici bir biçimde anlatıyor bize bu çalışma. Belki de hikâyenin en başarılı yan, köylülerin kurdukları düzenin tadını köye gelerek kaçıran iki yahudi karakterinin sessiz trajedileri ve niyetleri o olmasa da önemli bir yüzleşmeyi tetiklemeleri. Filmin sonunda düzenin en azından şimdilik sürebildiğine tanık olmamızı sağlıyor film ve köyden gidenleri (veya o düzene katlanamayanları) masum olan karakterlerden seçerek vurucu bir kötümser mesaj da veriyor bize. Elemér Ragályi’nin özenle yaratılmış siyah beyaz görüntüleri ve her defasında dikkatle belirlenmiş görünen kamera açıları ile görsel gücü yüksek bir film bu. “Ruslara da sataşmayı unutmayalım” yaklaşımı bir yana, eli yüzü düzgün bir anlatımla, bir “küçük” hikâyeden nasıl sağlam bir film çıkartılabileceğinin örneği olarak da ilgiyi hak ediyor. Yozlaşan bir toplumun hiçbir unsurunun bu yozlaşmadan muaf kalamayacağını hatırlatması ile de önem taşıyan film belki çok güçlü bir sinema tadı veremiyor her anında ama kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Bir Öğlen Hikâyesi (Majaray-E Nim Rooz) – Mohammed Hossein Mahdavian: İran İslâm Cumhuriyeti’ni yıkmayı hedefleyen Halkın Mücahitleri Örgütü’nün 1981’de gerçekleştirdiği suikastler ve terör eylemleri nedeni ile örgüt üyelerinin peşine düşen “Devrim Muhafızları”nın hikâyesi. Bir politik drama olarak nitelendirilebilecek olan film Tahran’da düzenlenen Fajr Film Festival’inde bolca ödül kazanmış bir çalışma. Mohammed Hossein Mahdavian’ın hikâyesini ustalıkla anlattığı film teknik anlamda Hollywood’u aratmıyor pek ve hatta hareketli kamera kullanımının filme sağladığı gerçekçilik duygusu da epey etkileyici. Örgütün peşine düşen güvenlik ve istihbarat elemanlarının çabaları, örgütle mücadele konusundaki görüş farklılıkları ve içlerine sızmış hainleri bulmaya çalışmaları -belki bir parça yoğun diyalog kullanımı da içererek- tempoyu hiç düşürmeden anlatılıyor. Oyuncu kadrosu da sağlam performanslarla hikâyeye destek olurken, Habib Khazaeifar’ın tema müziği filmin politik gerilim atmosferine katkı sağlıyor. İran’ın yakın tarihini ve 1979 devriminin öncesi ve sonrasında yaşananları bilenlerin daha da ilgi ile izleyeceği muhakkak olan çalışmanın bu bilgiye en azından asgarî bir düzeyde sahip olanların ilgisini bile ayakta tutacak bir senaryosu var. Devrimden önce Humeyni ile birlikte Şah’a karşı mücadele etmiş olan örgütün devrimden sonra diğer pek çoğuna yapıldığı gibi tasfiye edilmesi ve hatta ezilmesinden hiç söz etmeyen filmin, sadece örgütün terör eylemlerine odaklanması, karşılarına “kahraman” güvenlik güçlerini yerleştirmesi, onların zaman zaman sertleşseler de buna hep haklı gerekçeleri varmış gibi göstermesi ve finaldeki “bebek” gibi unsurlar ise filmin fazlası ile “devlet ve resmî tarih” yanlısı olduğunu ele veriyor. Olayların nedenine boş verip ve gerçeklerin sadece “uygun görülen” kısmını kullanarak ne derece dürüst bir film yapılabilir tartışması için iyi bir örnek olabilir bu çalışma.
(“Midday Event” – “The Story of Noon”)

Suç ve Ceza Film Festivali 2016 – 2

tjuvhederAylaklar (Tjuvheder) – Peter Grönlund : İsveç sinemasından Peter Grönlund’un ilk uzun metrajlı filmi. Uyuşturucu bağımlısı yoksul bir kadının alkol sorunu olan bir başka kadınla arkadaşlığını anlatan film Stockholm’ün yeraltı dünyasını hayli gerçekçi ve dürüst bir şekilde getiriyor karşımıza. Evsizler, bağımlılar, uyuşturucu satıcıları, parçalanmış aileler ve bir şekilde ayakta kalmaya çalışan bireyler Grönlund’un kendi yazdığı senaryosu ile önümüze gelirken, hemen her karede görünen Malin Levanon’un başarılı oyunculuğu da süslerden arındırılmış ve güzelliklerin değil gerçeklerin peşinde koşan filme ayrı bir keyif katıyor. Yönetmen 2011 tarihli bir kısa filminden uyarlamış filmini ve sade bir dil ile toplumun bu “alt” kesimlerinden bireylerin dünyasına sokmuş bizi. Bu zor dünyadaki arkadaşlığın, dayanışmanın ve fedakârlığın tam da bu zorluklar nedeni ile çok daha gerçek ve samimi olduğunu hissettirmeyi başaran filmin belki de tek önemli problemi hikâyesinin yeterince güçlü olmaması ve belgeselci bir tavır ile dramatik anların arasında karar verememiş olması gibi görünüyor. Grönlund bu ilk filminde sosyal dramların sinema karşılığını üretmekle ilgili zorlukların (doğallığı ve çekiciliği aynı anda barındırabilmek gibi) çoğunlukla üstesinden gelerek bundan sonraki çalışmaları için de umut veriyor kesinlikle.
(“The Drifters”)

Sahte Cennet (Obce Niebo) – Dariusz Gajewski : Leh yönetmen Gajewski’nin filmi İsveç’te mülteci olarak yaşayan Polonyalı bir çiftin masum bir yalandan sonra devletin çocuklarını ellerinden alması sonucu yaşadıklarını anlatıyor. Çocuklarını geri alma çabalarının İsveç bürokrasisinin katı kuralları karşısında sonuçsuz kalması ile ortaya çıkan dram potansiyel olarak sıkı bir hikâyeye kaynaklık ediyor ve özellikle anne rolündeki Agnieszka Grochowska’nın başarılı performansı sayesinde de bu potansiyel bir noktaya kadar gerçeğe dönüşebiliyor. Buna karşılık filmin sineması yeterince güçlü değil ve “mülteci” olmanın dramını yeterince vurgulayamıyor film. Sosyal hizmetler görevlilerinin aileye karşı olan sert ve ön yargılı davranışının İsveçli olmamaları ile bir ilgisi yok diye düşündürüyor sizi film sık sık, niyeti hiç de öyle olmadığı halde. Bu kusurlarına rağmen filmin duygusal açıdan etkileyici kimi sahneleri ve başarılı finali hikâyeyi çekici kılıyor. Ebeveynlerin çocuklarına kötü davranışının tanımının zorluğu, çocuğu korumanın öncelikli olması nedeni ile bu hikâyede olduğu gibi netameli bir konu ve film bunu bir kez daha hatırlattığı gibi bireylerin hak mücadelelerini adalet ve bürokrasi mekanizmalarının arasında nasıl kolayca yitirebileceklerini gündeme getirmesi ile de önem taşıyor.
(“Strange Heaven”)

Suç ve Ceza Film Festivali 2016 – 1

campo-grandeCampo Grande – Sandra Kogut : Brezilyalı Sandra Kogut’un yönettiği bir Brezilya – Fransa ortak yapımı. İki küçük çocuğun, geri gelip alacağına söz vererek onları bir apartmanın kapısına bırakan annelerine kavuşma çabalarının hikâyesini anlatıyor film. Kogut “küçük çocukların göz yaşartan dramı” tuzağına düşmeden sakin ve gözlemci bir tavırla anlatmış hikâyesini, zaman zaman bu sakinlik ve “aksiyonsuzluk” filmin aleyhine çalışıyor olsa da. Sekiz ve altı yaşlarındaki iki kardeşi canlandıran Ygor Manoel ve Rayane do Amaral’in hemen hiç aksamayan doğal oyunları filmin en büyük kozlarından biri olurken, hikâyenin karşımıza sık sık getirdiği inşaat görüntüleri (daha net bir ifade ile söylersek, başını alıp gitmiş bir kentsel dönüşüm) değişen bir dünyayı ve bu değişimle birlikte yok olan ilişkileri ima ediyor gibi. Uzun süre aranan bir evin yerinde yükselmeye başlayan “rezidans”lar ve inşaatı çevreleyen panolardaki “mutlu aile görüntüleri” bugün Türkiye’nin herhangi bir yerinde göreceklerinizle birebir aynı. Küreselleşme ve neo-liberalizm ifadeleri ile özetlenebilecek bu durum ne var ki hikâyenin kendisinin olması gerektiği kadar bir parçası olmuyor ve çocukların hikâyesi final de dahil olmak üzere bir parça fazla iyimser görünüyor tüm o sevecen karakterler nedeni ile. Çocukların bırakıldığı kadının kendi çocuğu ile ilişkisini sorgulamasına yol açması, iki çocuğun ikili sahnelerindeki yalın gerçekçilik ve maddî nedenlerle oluşan fiziksel değişimlerin bireylerin geçmişlerini, anılarını da nasıl yok ettiğini hatırlatması ile ilgiyi hak eden bir film.

Savcı Avukat Baba ve Oğlu (The Prosecutor The Defender The Father and His Son) – Iglika Triffonova : Yugoslavya’nın dağılmasından sonra oluşan kaos ve ardından yaşanan katliamlar yakın tarihin en can acıtan konularından biri. Bulgar yönetmen Triffonova gerçek bir hikâyeden esinlenen ve Bulgaristan – İsveç – Hollanda ortak yapımı olan filmi kendi yazdığı senaryodan çekmiş. Savaşın bitiminden sonra Hollanda’da toplanan uluslararası bir mahkemenin baktığı gerçek davalardan birini anlatıyor film ve bir Bosna köyündeki katliamdan sorumlu tutulan bir Sırp, onun aleyhine tanıklık yapan ve onun komutası altında görev yaparken işlenen suçlarına tanık olduğunu söyleyen bir genç, savcı ve avukat hikâyenin dört ana karakteri olarak çıkıyor karşımıza. Bir “mahkeme filmi” olmaktan kurtarmış filmini yönetmen ve başta Bosna’da geçen sahne olmak üzere etkileyici anlar da yaratmış. “Affedebilecek kadar uzun yaşayacak mıyız” gibi can yakıcı sözlerin yer aldığı film sadece bu trajik tarihi değil, aynı zamanda bir bireyin dramını/çıkışsızlığını ve adalet denen mekanizmanın “gerçek adalet”i gerçekten sağlayıp sağlayamayacağını düşündürmesi ile dikkat çekiyor temel olarak. Triffonova’nın sinema dili alışılanın dışına pek çıkmıyor ve bu da zaman zaman bir monotonluk yaratıyor gibi ama sanki bu özellikle ve hikâyenin trajik gerçekliği nedeni ile seçilmiş gibi görünüyor. Odaklanılabilecek birden fazla temanın yer aldığı hikâye bu nedenle bazen dağılır gibi oluyor ama çok da önemli bir problem değil bu ve bir karakterin içinde bulunduğu bir yalanı artık sürdüremeyip bir sevdiğine sarılmaktan kendisini alıkoyamadığı sahne gibi anlar unutturuyor bu problemi. Bir parça daha yaratıcı bir sinemayı aratmıyor değil ama yine de ilgi gösterilmesi gerekli bir çalışma.
(“Savcı Avukat Baba ve Oğlu”)