TÜRSAK – Randevu İstanbul Film Festivali 2014 – 2

Loin des Hommes (İnsanlıktan Uzakta) – David Oelhoffen : Fransız sinemacı David Oelhoffen’in Albert Camus’nun “L’Hôte” adlı hikâyesinden uyarladığı ve yönettiği bir film. İlk kez 1957’de basılan hikâye Cezayirli isyancılar ile Fransız kuvvetlerinin arasındaki bağımsızlık savaşının sürdüğü yıllarda “tarafsız” kalmayı seçmeye çalışan bir adamı anlatıyor. Camus’un hikâyesini uzun metrajlı bir filme yayabilmek için yeni karakterler ve olaylar eklemiş Oelhoffen filmine ve ortaya ilgiyi hak eden ve sorgulayan/sorgulatan bir sonuç koymuş. Dağ köylerinde yaşayan Cezayirli çocuklara öğretmenlik yapan İspanyol asıllı bir Fransız vatandaşı ile, polise götürmesi için kendisine emanet edilen ve siyasi olmayan bir cinayet işleyen bir Cezayirli bu filmin iki temel karakteri. Bölgenin coğrafyasından akıllıca yararlanan, gerek görselliği gerekse hikâyesinin kurgusu nedeni ile bir western havasını da karşımıza getiren film savaşa bulaşmayıp, işini yapmaya çalışan bir öğretmenin taraf tutmama çabasını ve bu çabanın doğal olarak neden olduğu “iki tarafın da düşmanı olma” durumunu anlatırken, “zorunlu bir ortak yolculuğa” çıkan iki karakter arasındaki ilişkiyi de didaktizm tuzağından çoğunlukla sıyrılmayı başararak sergiliyor seyircisine. Mutlak tarafsızlığın mümkün olup olmadığını da düşündürten film Nick Cave ve Warren Ellis imzalı müzikleri ile de dikkat çekmeye aday. Viggo Mortensen Fransızca, Arapça ve İspanyolca konuştuğu filmde kendisine eşlik eden Reda Kateb ile birlikte filmi sürüklüyor ve Guillaume Deffontaines’in özellikle dış mekanlarda çok başarılı olan görüntüleri ile birlikte filmin çekicilik kaynaklarından birini oluşturuyor. Eski usul sinemanın o hoş ve bir parça nostaljik havasını da taşıyan film, görülmeye kesinlikle değer bir çalışma özetle.
(“Far From Men”)

Matterhorn – Diederik Ebbinge : Hollandalı oyuncu Diederik Ebbinge’nin yönettiği ilk uzun metrajlı film. Bach’ın kendisinin üstün yeteneklerini övenlere söylediği “O kadar da zor değil. Tek yapmanız gereken, doğru zamanda doğru notalara basmak” sözü ile açılan film Bach’ın eserlerini de kullandığı hikâyesini tıpkı bestecinin söylediği gibi “basit ve doğru zamanda doğru öğelerin karşımıza” geldiği bir biçim ve içerik ile anlatıyor. Zaman zaman absürt diye nitelenebilecek bir kara mizahı da olan film, her ne kadar finalinde bir “gay pride” kolaycılığına kapılmış gibi görünse de, bunu affettirecek bir sıcaklık ve sevimliliğe sahip ve birbirinden çok farklı iki erkeğin dostluğunu, unutma, affetme ve barışma kavramları ile birlikte samimiyet ile anlatıyor bize. Seyircisini zaman zaman güldüren film temel olarak bunu değil, samimiyet duygusunu uyandırmayı hedefliyor ve başarıyor da bunu. René van ‘t Hof ve özellikle Ton Kas’ın ekonomik oyunlarının da zenginleştirdiği filmin yönetmene ait olan senaryosundaki yan karakterler bir parça klişe görünebilir ama sanırım özellikle bu şekilde çizilmiş bu karakterler; Ebbinge tam da bu alıştığımız karakterler üzerinden, herhangi bir tekrara da düşmeden anlatarak hikâyesini tanışıklığın sağladığı hazır samimiyeti ustaca kullanıyor. Filmin set tasarımı ve “ıssız” görüntüleri de takdiri hak ederken, belki hikâyenin biraz fazlası ile doğru notalara bastığını ama bunun kesinlikle önemli bir problem olmadığını da söyleyelim.

TÜRSAK – Randevu İstanbul Film Festivali 2014 – 1

Die Wälder Sind Noch Grün (Ağaçlar Hâlâ Yeşil) – Marko Nabersnik : Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcının yüzüncü yılında, Sloven sinemacı Marko Nabersnik’ten Avusturya – Slovenya ortak yapımı olarak çekilen ve savaşı, insanlığın en büyük cinayetini bir kez daha hatırlatan bir film. Büyük bir kısmı iki oyuncu arasındaki sahnelerle geçen film bu iki oyuncusunun, ilk filminde oynayan Michael Kristof ile Simon Serbinek’in performanslarından güç alan bir çalışma. Nabersnik’in Robert Hofferer ile birlikte yazdığı senaryo veya genel olarak film savaş üzerine yeni şeyler söylemiyor aslında ama savaşın doğasını iki karakter, özellikle de Kristof’un canlandırdığı genç asker, üzerinden ve içe dönük bir anlatımla karşımıza getirirken, “anlamsız bir cinayet”i sakin bir dil ve tempo ile ve seyircisini filmin karakterlerinden biri yaparak başarıyor bunu . Çoğunlukla el kamerası kullanan yönetmen, başarılı mekan tasarımından ve Milos Srdic’in iç ve dış mekanları etkileyici şekilde kullanan görüntülerinden de akıllıca yararlanmış görünüyor. Finaline kadar hiç müzik kullanmayan film sessizlikten de etkileyici şekilde yararlanmış. Savaşın insan onurunu ne kadar kırabileceğini gösteren bir tuvalet sahnesi, genç askerin su almak için gittiği dere kenarında yaşadığı korku ve filme -biraz ayrıksı dursa da- farklılık kazandıran generalin huzuruna çıkma sahnesi gibi önemli anları da olan filmin iki de kusuru var. Finalinde günümüzde bir savaş müzesine uğrayan film bu tercihi ile yüreklere dokunmayı hedeflemiş ve bunu başarmış belki ama anlattığı hikâyenin kendi başına yeterli olan dramının üzerine gereksiz bir ek yapmış. Nabersnik’in bir sahnede kamerayı adeta iki askeri gözetleyen bir düşman askeri gibi konumlandırması ve bu sahneyi nispeten uzun tutması ise filmin genelinde böyle bir “düşman varlığı” veya daha doğru bir deyişle “düşmanın gözünden bakış” söz konusu olmadığı için biraz uyumsuz bir sonuç ortaya çıkarmış.
(“The Woods Are Still Green”)

Difret (Cesaret) – Zeresenay Berhane Mehari : Zeresenay Berhane Mehari’nin ilk uzun metrajlı filmi olan çalışma Etiyopya’nın bu yılki “Yabancı Dildeki En İyi Film” Oscar’ının adayı olan ve ABD ile ortak olarak yapım olarak çekilen bir çalışma. Ülkedeki erkeklerin evlenmek istedikleri genç kızları kaçırma geleneğinin sonuçlarına ve çocuk yaştaki evliliklere odaklanan hikâye bu konusu ile potansiyel bir çekiciliğe sahip ve açıkçası dozunda tuttuğu bir duygusallık ile yeterince etkileyici bir şekilde de kullanıyor bu avantajını. İnsan hakları için savaşan avukat Meaza Ashenafi’nin yaşadığı gerçek bir hikâyeyi bu avukatı odağına alarak anlatan filmin başta genç başrol oyuncusu Tizita Hagere olmak üzere oyuncularının çoğunun amatör oyunculuğu zaman zaman yetersizlik hissi veriyor ama filmin temel problemi sinemasal yetkinliğinde ve yönetmene ait olan senaryosunda. Hikâye kadın haklarından kadına karşı şiddete, çocuk evliliklerinden ve insan onuruna aykırı geleneklerden adalet sisteminin yetersizliğine kadar pek çok konuyu ele almaya çalışıyor ve bunu yaparken de görsel gücünden çok söylediklerinin gücüne dayanıyor. Bu nedenle biraz düz ilerleyen ve nerede ise didaktik bir hal alan bir film çıkıyor karşımıza. David Schommer ve David Eggar ikilisinin hem yerel melodilerden beslenen hem Batılı havası olan başarılı müzikleri ve Monika Lenczewska’nın özellikle şehir ve kırlık yerlerin farkını ve kontrastını başarı ile vurgulayan etkileyici görüntüleri ile takdiri hak eden film, kusurları bir yana, dile getirdiği problemlerin önemi ve bu problemlerin hemen hepsinin ülkemiz için de geçerli olması nedeni ile yine de ilgi çekici olabilir.

TÜRSAK – Randevu İstanbul Film Festivali 2013

Hide Your Smiling Faces – Daniel Patrick Carbone : Şiirsel, yoğun ve dokunaklı bu film iki erkek kardeşin yaz günlerinde tanık oldukları üzerinden ölüm kavramı ile tanışmalarını anlatıyor. Carbone’un bu ilk uzun metrajlı filmi iki genç oyuncusunun doğal oyunculukları ile tatil günlerinin aylak zamanlarında ölüm gibi karanlık bir kavramla tanışan gençleri sade hikâyesi ile getiriyor karşımıza. Etkileyici bir müzik çalışması, güzel -sadece estetik açıdan değil aynı zamanda hikâye ile uyumu açısından güzel- görüntüleri ve hep aynı düzeyi tutturamamış olsa da çoğunlukla yalın, sahici ama aynı zamanda derinliği olan diyalogları ile başarılı bir film bu. Küçük ve bağımsız filmlerin gerçekçiliği yakalamayı başardıklarında seyredene nasıl dokunabildiğini de gösteren bir eser. Her şeyin “çok büyük” ve “çok korkunç” görünebildiği yaşlardaki iki çocuğun bu tecrübelerini bir de ölüm gibi sert bir kavramla yaşamalarını hikâyeyi gereksiz büyütmeden –belki bazı anlarında da yeterince güçlü olmadan- anlatan film iki kardeşin bisikletle yaptıkları kısa yolculuklar gibi: sessiz, sakin, gözlemci, alçak gönüllü bir şekilde meydan okuyan, bağımsız, ve dayanışmanın ve kardeşliğin güzelliğini sergileyen. Anlatım tarzı olarak ana akım sinemanın izinden gitmesi ve deneysellikten uzak durması ise filme en azından ilk değerlendirmede bir dezavantaj da yaratmış aslında; çünkü ana akım sinema için yeterince dramatik değil hikâye ve mizansen. Yine de sahici olan her şey gibi kesinlikle değer verilmesi gereken bir çalışma bu.
(“Gülen Yüzlerinizi Saklayın”)

The Boy Who Smells Like Fish – Analeine Cal y Mayor : Meksikalı yönetmen Mayor’un bu ilk filmi Meksika-Kanada ortak yapımı olarak çekilmiş ve doğuştan gelen tuhaf bir hastalığı olan genç bir adamı anlatıyor. Trimethylaminuria olarak bilinen ve enzimlerle ilgili bir problemden kaynaklanan hastalık ter, nefes ve idrarın balık kokusuna sahip olmasına neden olan ve tedavisi olmayan bir rahatsızlık. Yönetmen ve senaryoyu birlikte yazdığı Javier Gullón genç adamın bebekliğinden itibaren bu hastalıkla baş etmesini hafif komedisi dramına epey ağır basan ve sık sık da romantik komediye kayan bir havada getiriyor karşımıza. Oyuncu kadrosunun başarısı, bolca kullanılan şarkılar ve hafif ama popülerliğin sularında neyse ki fazla dolanmayan anlatım tarzı ile ilgi çekebilir. Kapanış jenerikleri sırasında sergilenen ve Esther Williams’ın 1940 ve 50’li yıllarda çekilen “su müzikallerine” selam gönderen sahnesi ile sinemaseverlerin ayrıca ilgisini çekebilecek olan film kahramanının tuhaf özelliğinden yola çıkıp daha sıkı ve ciddi bir yönde ilerleyebilirmiş ama bunun yerine sıcaklığa ve hafifliğe odaklanmayı tercih etmiş. Finali bir parça aceleye getirilmiş görünen ve fantezi öğesi hedeflenenin aksine sürpriz olmayan eser, hikâyenin geçtiği kahramanımızın evi başta olmak üzere set ve mekan tasarımları açısından da başarılı olan bir çalışma. Filmin sıcak havasının başarısını da teslim etmek gerek.
(“Aşk Balık Kokar”)

Giraffada – Rani Massalha : Batı Şeria’daki bir hayvanat bahçesinde görevli Filistinli bir veteriner ve oğlunun hikâyesi. Duvarın ardında ve İsrail askerlerinin tacizi altında yaşanan bir hayatın dramına dayanışma, baba-oğul ilişkisi ve zürafalar üzerinden yaklaşan bir film bu. İnsanlık dramının yaşandığı bir ortama zürafaları ekleyerek film çekici bir absürt havaya erişmiş ve özellikle finalde Batı Şeria sokaklarında yürüyen zürafanın görüntüsü gerçekten etkileyici. Ne var ki filmin genel olarak sinemasal gücünün o denli yüksek olduğu söylenemez. Fransız kadın gazeteci bir parça klişe bir karakter, hikâye özellikle sonlara doğru inandırıcılıktan zaman zaman uzaklaşıyor (gerçek ama farklı sonlanan bir hikâyeden esinlenmesine rağmen) ve sineması da sık sık Walt Disney’in aile filmlerini hatırlatıyor. Hikâye daha olgun bir senaryo ve farklı ve daha yaratıcı bir sinema dili ile başka yerlere gidebilirmiş ama film pek oralarda değil. Yine de Massalha’nın ilk yönetmenlik denemesi ile karşımıza gelen film ilgiyi hak ediyor. Doğadaki tüm hayvanlardan farklı olan zürafayı hikâyenin parçası yapması ve Filistinliler’in çağımızda yaşanması ile daha da absürt görünen dramını kafesteki bu asil hayvanı duvarın ardına hapsedilmiş bir halkın sembolü olarak başarılı bir şekilde kullanması ve sürekli üzerinize doğrultulmuş bir silahın karşısında yaşamanın ne demek olduğunu farklı bir hikâye üzerinden anlatması ile ilginç bir film bu ve adını da “giraffe” (zürafa) ile “intifada” (isyan, direniş) kelimeleri kullanılarak yapılan kelime oyunundan alıyor.
(“Zürafa”)

TÜRSAK – Randevu İstanbul Film Festivali 2012 – 2

L’âge Atomique – Héléna Klotz : Festivallerin herhalde en güzel taraflarından biri yeni yönetmenler ve onların yeni sinema dilleri ile tanışmak olmalı. Fransız yönetmen Klotz bu ilk uzun metrajlı filminde iki gencin bir gece boyunca Paris’teki küçük maceralarını ve sohbetlerini anlatıyor. Etkileyici bir görüntü yönetimi tümü gece karanlığında geçen filme ayrı bir keyif katarken, film gençlik, arkadaşlık, aşk ve arzular üzerine oldukça genç ve taze bir sinema dili ile aktarıyor söylediklerini. Her ikisi de ilk sinema filminde oynayan Eliott Paquet ve Dominik Wojcik doğallıkları ile dikkat çekerken, yönetmen zaman zaman ortam seslerini kapatarak veya görüntüdeki karakterleri bulundukları ortamdan soyutlayan bir kamera ve filtre kullanımı ile kayıtsız kalınamayacak bir estetiğe erişiyor. Yönetmenin kardeşi olan Ulysse Klotz’a ait olan orijinal müzikler dahil olmak üzere filmin müzik bandı da hayli etkileyici. Çağdaş sinemaya uygun bir şiirsellik içinde akan hikâyesi ile film tümü ile başarılı ama baş karakterlerden birinin diğerine aşkını itiraf ettiği sahnede bu itiraftan hemen sonraki sessiz anları için bile görmek gereken bir çalışma bu. Bu sessizlik filmin somut ile soyut arasında yumuşak bir şekilde gidip gelen kırılganlık atmosferininin de çok iyi bir göstergesi.
(“Atomic Age” – “Atom çağı”)

Low Tide – Roberto Minervini : Genç yönetmen Minervi’nin ikinci sinema filmi olan çalışma, belgesele yakın tarzı ile “hayatta kalmaya çalışan” iki karakterin, 12 yaşındaki bir çocuğun ve annesinin birkaç gününü anlatıyor. İki amatör oyuncunun (Daniel Blanchard ve Melissa McKinney) adeta kendi hayatlarının filme alınmasına izin vermişlercesine bir doğallık taşıyan performansları zaman zaman nefesleri durduracak kadar başarılı. Kendi başına büyümek zorunda kalan çocuğun hikâyesine sanki filmin yaratıcıları hiçbir müdahelede bulunmamış gibi hissediyorsunuz film boyunca. Çocuğun filmde kendi kendine eğlenerek de olsa gülümsediği tek bir sahnenin olduğu düşünüldüğünde final fazlası ile iyimser görünebilir belki ama filmin adının da altını çizdiği gibi hayat med ve cezirlerden ibaret. Modern dünyadaki yalnızlıkların, parçalanmışlıkların ve mutsuzlukların objektif bir bakış ile anlatılan bu hikâyesi sevginin nereye gittiğini cevabını vermese de sorgulatıyor ve insan doğasına güvenimizi yitirememeliyiz diyor sanki.
(“Med Cezir”)