Das Boot – Wolfgang Petersen (1981)

“Motorlar dayandığı sürece, biraz şansımız da varsa, eve ulaşacağız”

İkinci Dünya Savaşı’nda müttefik filolarına saldırmakla görevlendirilen bir Alman denizaltısındaki askerlerin hikâyesi.

Alman yazar Lothar G. Buchheim’in aynı adlı romanından uyarlanan bir Alman filmi. Wolfgang Petersen’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği film Buchheim’in bir savaş muhabiri olarak edindiği tecrübelerin üzerine kurulmuş etkileyici bir çalışma. Açılış ve kapanış sahneleri dışında tümü denizaltının içinde ve yüzeye çıktığında da üzerinde geçen film kapalı ve küçük mekânları etkileyici bir klostrofobi duygusu yaratmak için kullanırken, bir yandan da mekânın sıkışıklığını yok eden bir beceri ile kullanılan kamera ve kurgulanan sahneleri ile önemli bir aksiyon filmi olmayı başarıyor. Birkaç sahne dışında tümü erkekler arasında geçen bu film diyaloglar ve karakterlerin davranışları üzerinden bu özelliğini sürekli olarak sergiliyor. Bir savaş hikâyesini gerilim duygusunu hep diri tutarak anlatmayı başaran önemli bir çalışma.

1941 sonbaharında geçiyor hikâye ve bir Alman denizaltısının içindeki kırk iki kişinin yaşadıklarını anlatıyor bize. Açılışta Fransa’nın La Rochelle şehrindeki limanda ve bir gece kulübünde, ortalarda bir yerde İspanya’nın Vigo kentindeki bir limanda ve kapanışta da tekrar La Rochelle’de geçen kısa bölümler dışında tamamı denizaltı içinde yaşanıyor olan bitenin. Hitler’in Biritanya’yı kuşatma altına alma hedefinin en önemli aracı olan denizaltı filosunun ilk yenilgilerini almaya başladığı ve bu nedenle daha fazla denizaltının gittikçe yaşı düşen mürettebatla savaşa katıldığı bir dönemdeyiz. Açılış yazısında belirtildiğine göre yaklaşık 40 bin Alman denizcinin katıldığı ve otuz bininin geri dönemediği bir savaş bu. Aralarında Hitler’e çok sempatisi olmayanlar olsa da bir subayın deyimi ile “Küstah, cesur ve Führer’e inançla dolu” bu askerlerin yaşadıklarını, karakterlerinin birer insan olduğunu hiç unutmadan anlatıyor bize film. Aralarında yönetmen ve uyarlama senaryonun da olduğu altı dalda Oscar’a aday gösterilen film günümüz sinemasının “teknik şovun içeriği ezdiği” hikâyelerinin ötesine geçmeyi başarıyor bu nedenle ve kendisini ilgi ile seyrettiriyor. Klaus Doldinger’in güçlü tonları olan ama hikâyeye uygun bir hüznü de içeren melodilerinin önemli bir destek sağladığı film bu özellikleri ile sadece bir savaş filmi olmanın ötesine rahatlıkla geçiyor.

Erkekler arasında geçmesine ve bu erkeklerin tümünün asker olması nedeni ile ayrıca -savaşın da dozunu artırdığı- ek bir sertliğe sahip olmasına rağmen film bir kırılganlık ve acizlik duygusunu hep barındırıyor tüm hikâyesi boyunca. Ülkeleri savaşın başlatıcısı ve milyonlarca insanın hayatının da sorumlusu olmasına rağmen, hikâyesini seyrettiklerimizin birer insan olduğunu ve onların bu suçların failleri olmadığını hep hissettiriyor film bize. Bu bakımdan da özellikle Amerikan sinemasının İkinci Dünya Savaşı filmlerinden ayrılıyor; hem “düşman”ın tarafından bakıyor olan bitene hem de bunu hayli içeriden bir bakışla yapmayı başarıyor çünkü ve en az bunlar kadar önemli olarak, bir zafer veya kahramanlık destanı anlatma derdi taşımıyor. Ayrıca uzun süresinin çok önemli bir kısmının yaşandığı denizaltını bir bakıma gerçek dünyanın küçültülmüş bir kopyası olduğunu ve orada yaşayan kırk iki kişi için burasının uzun bir süre için gerçek dünyanın yerine geçtiğini de güçlü biçimde anlatan sahneler var filmde. Set tasarımlarının başarısının da dikkat çektiği film dozunda görsel efektleri ile de doğal ve gerçekçi görünümünü hep koruyor. Karakterlerin uzayan sakalları, yorgunluktan her gün daha da çöken yüzleri gibi unsurlar da filmin gerçekçliğine ve etkileyiciliğine katkı sağlıyor.

Filmin önemli bir başarısı da ses efektlerinin ve bunun tam tersi bir yönde de sessizliğin ustalıkla kullanılması. Düşman gemilerinin sonarlarına karşı takınılan mutlak sessizlikten gittikçe daha derine dalan denizaltıdan artan basınçtan dolayı gelen seslere, karakterlerin duydukları tüm sesleri (en ufağından en yükseğine kadar) anlamlandırmaya çalıştıkları sahnelerden kaos anlarının gürültülerine kadar film aksiyonun içindeki sessizliği de çok iyi yakalıyor ve sergiliyor bize. Film denizaltıdaki askerlerin küflü ekmekleri ile karadaki subayların lüks yiyeceklerle dolu açık büfelerini karşılaştırarak eleştirisini de ihmal etmiyor ama temelde politik bir duruş peşinde değil. Adına savaş denen cinayetin karar alıcıları ile değil, bu kararın kurbanları ile ilgileniyor hikâye asıl olarak ve onların “gönderilemeyen mektuplar”ına, özlediklerinin fotoğraflarına ve hayatta kalma mücadelelerine odaklanıyor.

Kameranın denizaltı ile birlikte sarsıldığı anlarda güçlü bir hava yakalayan film Cebelitarık Boğazı’nı geçme çabası, dibe vurma ve buradan kurtulma (“Bir kürek dolusu kum. Tanrı omurgamızın altına bir kürek dolusu kum döktü”), denizaltının su alması ve tüm bunların karakterlerin yüzlerinde somut hale getirdiği korku, yılgınlık, pişmanlık ve çılgınlık ifadelerini çok iyi anlatan film savaşın gerçeği olan final sahnesi ile de etkileyici bir kapanış yapıyor. Oyuncu kadrosunun fiziksel güçlükleri olan rollerinin altından başarı ile kalktığı ve özellikle kaptan rolündeki Jürgen Prochnow ile baş mühendisi canlandıran Klaus Wennemann’ın performansları ile dikkat çektiği film 1980’li yılların önemli sinema eserlerinden biri olarak görülmeyi hak ediyor. Görüntü yönetmeni Jost Vacano ve kurguyu üstlenen Hannes Nikel’in önemli başarılarının da atlanmaması gereken filmde yanmakta olan bir Britanya muhribinden denize atlamak zorunda kalan askerlerin tüm yardım çığlıklarına rağmen Alman kaptan tarafından denizde bırakılmaları üzerinden savaşın kendisi hakkında da düşünmeye zorluyor sizi. Birkaç sahnede minyatür modeller kullanıldığının belli olması veya “çıldırma” sahnesinin tam da beklendiği şekilde gerçekleşmesi gibi kusurları olsa da önemli bir film bu. (Bu yazı filmin sinemalarda ilk kez vizyona çıktığı 149 dakikalık kopyası seyredilerek yazıldı. Daha uzun ve tüm karakterlerin daha doyurucu bir biçimde anlatıldığı bir “yönetmen versiyonu” ve daha da uzun bir televizyon dizisi versiyonu da bulunuyor ve kuşkusuz -bulunabilirse- bu uzun versiyonları görmekte yarar var.)

(“The Boat” – “Mukaddes Vazife”)

(Visited 267 times, 10 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir