Fatmagül’ün Suçu Ne – Süreyya Duru (1986)

“Bitir artık şu işi: Ya bas git buradan, elin yetimi sokağa düşsün ya da bas bağrına”

Kendisine tecavüz eden beş adamdan biri ile evlenmek zorunda kalan bir kadının ve suçu tek başına üstlenen yoksul adamın hikâyesi.

Vedat Türkali’nin 1984 tarihli “Umutsuz Şafaklar” adındaki özgün senaryosundan uyarlanan ve Süreyya Duru’nun yönettiği bir Türkiye yapımı. 2010 yılında tekevizyon dizisi olarak da çekilen ve bugün pek çok kişinin bu versiyonu ile bildiği film Süreyya Duru’nun sosyal meselelere el attığı çalışmalardan biri. Toplam seksen bölüm olarak çekilen dizi ne kadar uzatılmış gibi görünüyorsa, bu film de adeta kısaltılmış gibi duran ve bu nedenle gelişmeleri de yeterince ikna edici bir biçimde anlatamayan bir çalışma. Dizi -çok ciddi problemleri bir yana- kadının mücadelesini öne çıkarır ve bir birey olarak kişisel özgürlüğü için giriştiği savaşı vurgularken, bu film daha çok onunla evlenen erkeğin “trajedi”sine ve geçirdiği dönüşüme odaklanıyor ve kadının mücadelesini de “inatçı iyiliği” ile gösteriyor daha çok. Buna karşılık, diziden daha fazla üzerinde durduğu şey toplumun ve devletin paranın ve konumun gücüne itaat etmesi ve adaletin buna göre dağıtılması ki filmi önemli kılan da bu tercihi oluyor. Hülya Avşar’ın iyi bir hikâyenin içinde ve nitelikli sinemacıların elinde olduğu zaman, ama en önemlisi “oynamadığı” zaman başarılı olduğunu gösteren filmde Aytaç Arman da -karakteri için yaşlı görünmesi bir yana- iyi bir performans sunuyor.

Fethiye’de bir tekne ile içki alemine çıkan beş genci göstererek başlıyor hikâye. Bu gençlerin üçü İstanbul’da okuyan zengin çocuğu, diğer ikisi ise yoksul. İşlenen tecavüz suçu bu yoksul gençlerden birinin üzerine kalıyor ve hikâyenin sonrası tecavüze uğrayan kadın ile onunla istemeyerek evlenen ve böylelikle hem kendisini hem diğerlerini hapisten kurtaran adamın bir ilişkiyi inşa etmeleri sürecini anlatıyor bize. İçeriği açısından bakıldığında ciddi problemleri var filmin ne yazık ki. Odak noktası olarak kadının değil, erkeğin seçilmiş olması bir tercih ve bunda eleştirilecek bir durum yok; ne var ki tüm bu odaklanma bir noktadan sonra gelip aslında erkeğin “iyi bir insan” olduğunu bize ve kadına pazarlamaya dayanıyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir. Onun bu iyi yürekliliğinin ortaya çıkmasının temel aracı ise kadının sabrı, fedakârlığı ve kabullenmesi oluyor. Oysa erkeğin işlediği iki ciddi suç var ortada: Tecavüz ve anne karnındaki bir bebeğin ölümüne neden olmak. Hikâye adamın trajedisine, kararsızlığına, toplum baskısı altında yaşadıklarına o denli odaklanmış ki bu suçlar bir süre sonra önemini yitiriyor neredeyse. Bir başka ifade ile söylersek, sanki film şu mesajı veriyor bize: Kadın sabırlı olmalı ve erkeğin içindeki iyiliği ortaya çıkarmak için her şeye boyun eğmeli. Kadının toplumda ancak bir nesne olarak var olabilmesini eleştiren hikâyenin, ona bu rolden çıkması için sabrı ve fedakârlığı önermesi tuhaf sonuçta.

Film toplumsal düzeni ve devlet kurumlarını kadına yanlış bakışları üzerinden sözünü pek sakınmadan eleştiriyor ve “dişi köpek erkek köpek” benzetmelerinden zengin sınıfın düzenin tüm parametrelerini kendilerine göre değiştirebilme güçlerine kadar pek çok hususu gündeme getiriyor. Üstte belirtilen yanlışı burada tekrarlamıyor neyse ki senaryo ve eleştirisinin zayıflamasına engel oluyor. Hikâyenin bir diğer problemi kimi karakterlerin ihmal edilmesi. Bunun örneklerinden biri kadının bir parça “saf” olan ağabeyine hem hikâyede çok kısıtlı bir yer verilmesi hem de bu karakterin hikâyeye neden girip neden çıktığının bir izahının olmaması. Oysa Menderes Samancılar bu kısa rolde filmin en parlak performanslarından birini (belki de en iyisini) sunmuş ama adeta sonradan bir nedenle onun sahneleri filmden çıkartılmış gibi görünüyor. İhsan Yüce de kısa rolünde aydın bir emekli öğretmen olarak dikkat çekerken, onun rolünün kısalığı rahatsız etmiyor çünkü filmin akışına uygun bir şekilde girip çıkıyor hikâyeye.

Cahit Berkay imzalı müziğin başarılı olduğu ama bu müziğin kullanım şeklinin biraz sorunlu olduğu bir film bu. Örneğin müzik aniden -bir melodinin tam ortasında- bitiveriyor çünkü kullanıldığı sahne bitiyor; kısacası müzik ile sahnenin sürelerinin uyumuna dikkat edilmiyor. Türkali’nin 1984’te basılan senaryosunu bilmiyorum ama sanki burada her şey -bir süre telaşı varmışçasına- fazla hızlı gelişiyor, dolayısı ile ikna edici düzeyde bir gerçekçilik yakalamakta sorun yaşıyor hikâye. İkilinin çıplak denize girmeleri, koyun istedikleri bir yerine kafalarına göre bir kulübe inşa etmeleri ve kapısının yerinde bir kilim asılı olan evde sevişme rahatlığında bulunmaları gibi tuhaflıkların yanında sonlardaki “cinayet” sahnesinin de hem kurgu hem mizansen olarak sorunlu olduğu film tüm bu problemlerine rağmen iyi niyeti ve bir meselesi olması ile ilgiyi hak eden bir çalışma yine de. Fethiye’de bir hikâye çekip turistik görüntülerden tamamı ile olmasa bile uzak kalabilmek ve ucuz bir erotizmden kaçınabilmek (erkek karakterlerin çıplaklığı gayet doğal bir biçimde kullanılırken, kadının çıplaklığının -özellikle de soyunma anlarının- vurgulanması gibi bir suçu olsa da filmin) gibi başarıları olan filme her ne kadar bu içeriği ile “Kerim’in Suçu Yok” daha uygun bir isim gibi gözükse de görmekte yarar var bu çalışmayı.

(Visited 2.580 times, 68 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir