HasanBoğuldu – Orhan Aksoy (1990)

“Obalı kız dağdan köye, çadırdan eve inmemeli. Töremizde bu böyledir. Ben seni görmemeliydim; gördüm, sözüne uymamalıydım. Ama neyleyim, senin de tatlı sözünle güler yüzün etti bunları. Hadi Hasanım, tut ki birbirimizi düşte görmüş ve uyanmış olalım. Bırak beni, dağıma gideyim”

Farklı dünyaları olan obalı bir kadın ile ovalı bir erkeğin törelere takılan aşklarının hikâyesi.

1963 yılında “Şıpsevdi” ile başlayan yönetmenlik kariyerinde klasik Yeşilçam’ı oluşturan isimlerden biri olan Orhan Aksoy’un son filmlerinden biri. Sabahattin Ali’nin aynı adlı hikâyesinden uyarlanan filmin senaryosunda da Aksoy’un imzası var. Başrollerdeki Hülya Avşar ve Yalçın Dümer’in Yeşilçam standartları açısından sade oyunculuklaerı ile karakterlerinin trajedisini bazı kritik sahnelerde doğru bir tonda aktarmayı başardıkları filmde -nerede ise tüm sessiz anları dolduracak kadar gereksiz çok kullanılmış olsa da- Yavuz Top’un müziği de hikâyenin atmosferine sağladığı katkı ile dikkat çekiyor. 1990’larda oldukça ciddi bir sarsıntı içindeki sinemamızın “eli yüzü düzgün” örneklerinden biri olan film eski ile yeni arasında duran bir çalışma ve bir yandan Yeşilçam geleneklerine yaslanırken, öte yandan ondan uzak, daha modern bir dil üretmeye de çalışan bir eser. Obalı ile ovalı çekişmesinin sembolü olduğu çok temel bir meselenin üzerinin neredeyse tamamen örtülmüş olması ise filmin en önemli problemlerinden biri.

Sabahattin Ali’nin hikâyesindeki yazar karakteri filmde kaymakamla değiştirilmiş; hikâyede yazar bir obalının daveti üzerine onun köyüne gitmeye çalışırken genç bir kadınla tanışır ve onun ağzından Edremit Körfezi’ndeki gölete neden “HasanBoğuldu” adının verildiğinin hikâyesini dinler; filmde ise yazar karakterinin yerini Yalçın Dümer’in canlandırdığı kaymakam alır ve Hülya Avşar’ın canlandırdığı genç kadından aynı hikâyeyi dinler kaymakam. Her iki oyuncunun hem “günümüzde”ki hem anlatılan efsanedeki baş karakterleri canlandırdığı film iki ayı sevginin hikâyesini paralel biçimde anlatabilmesi ile dikkat çekiyor öncelikle. Başka problemlerin de gösterdiği gibi, sessiz ve uzun bakışmaların bir örneği olduğu “hikâyeyi uzatma” sorunu bir yana, Aksoy’un senaryosunu en azından bu başarısı ile anabiliriz rahatlıkla. “İlk karşılaşma, ilk bakış, yüreğe düşen ilk ateş” sözlerinin görsel karşılığını da bir şekilde üretebilmeyi başarmış Aksoy. Düğün sahnesinin uzatılmasının süreyi dolduracak daha doğru bir görsel karşılık bulunamamasının sonucu olduğu açık olsa da, yine de Aksoy’u sade ve saygın çalışması için takdir edebiliriz rahatlıkla. Hikâyede kadın karakterinin mantık ve irade kullanımı açısından daha sağlam bir duruşa sahip olarak gösterilmesi de Orhan Aksoy’un Yeşilçam sonrasına uyum sağladığının kanıtı olarak görülebilir.

Hülya Avşar”ı çıplak olarak görme “fırsat”ı sağlayan göl sahnelerinin inandırıcılık problemlerine neden olduğu filmin asıl sorunu, daha doğru bir ifade ile belki de eksikliği, ise obalı-ovalı çekişmesinin gerçek niteliğine hiç değinilmemesi. Bu çekişmenin üzeri örtülmüş asıl içeriği, “tahtacılar” olarak da adlandırılan aleviler ile sünnier arasında yaşanıyor olması. Hikâye boyunca birkaç kez “törelerin izin vermemesi”nden söz edilse de bu törelerin dayanağının, dolayısı ile hikâyedeki trajedinin nedeninin inanç farklılıkları olduğundan hiç söz etmiyor (ya da edemiyor veya etmemeyi tercih ediyor) film. Oysa, 1942 tarihli bir hikâyeyi zamanı da kaydırarak ileri taşıyan ve 1990’da çekilmiş film bu açıdan daha cesur davranmalıymış. Bu yapılabilseydi, hem farklılığın nerede ise sadece çadırda yaşamaya alışanların evlerde (veya tersi) yaşayamaması olarak gösterilmesi gibi zayıf bir gerekçeden kurtulunmuş olunur hem de asıl olarak bu farklılığın bir problem kaynağı değil, bir zenginlik olduğunun altı çizilebilmiş olurdu. Obanın büyüğünden (Alevilerin “dede”si) onay isteme sahnesinin mistizmi ile ima edilmesinin dışında bu konuya hiç bulaşmıyor film. Emine’ye aşık olan Hasan’ın geçmek zorunda bırakıldığı sınavın insafsızlığı üzerinden bir eleştiri de üretebilirdi film ve genç adamın bu sınavı geçmesinin değil, aşkı için bu geçmesi imkânsız sınava girme yürekliliğini göstermesinin önemli olduğu anlatılabilirdi daha modern bir anlayışa uygun olarak. Ne var ki film, tıpkı Aksoy’un sinema dili gibi bir yandan yeniye uzanırken, diğer yandan eskiye de sadık kalarak bu fırsatı kaçırıyor ve klasik bakışı koruyor.

Foklorik bir hikâyeyi, bir efsaneyi -çoğunlukla- masalsı bir havaya bürünmeden ya da bu havayı modern kılarak anlatmayı başaran filmin Ertunç Şenkay imzalı görüntüleri de Aksoy’un bu tercihine uygun içerikleri ile dikkat çekiyor. Hülya Avşar’ın ilk dönem filmlerinde sade bir performans gösterebildiğinde (veya bu şekilde yönlendirildiğinde) etkileyici olabildiğinin kanıtlarından biri olan filmde Yalçın Dümer bir parça iniş çıkışlı bir oyunculuk sunuyor. Hikâyenin yarısında idare eden Dümer, sınav sahnesinde ve aşkı için kendisini parçaladığı bölümlerde kendi kariyer ortalamasının hayli üzerine çıkmayı başarıyor ve etkiliyor seyirciyi karakterinin yaşadıkları ile. Özetle, 1990’dan gelen bu film görülmeyi hak eden, sadeliği içinde dikkat çekmeyi başaran, içeriği ile önemli bir fırsatı kaçırmış bir çalışma.

(Visited 603 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir