Hayouta u’Berl – Amir Manor (2012)

“Hayatın gerçekleri değişti. Biz yalnızız artık. Kendimizi hiç düşünmedik, hayatımızı düşünmedik. Şimdi de bizi düşünen yok. Hayata bir yüküz sadece”

İsrailli yaşlı bir çiftin değişen dünyaya uyumsuzluklarının ve yalnızlıklarının hikâyesi.

2009 yılında çektiği “Ruin” adlı orta metrajlı filmden sonra çektiği ve ilk uzun metrajlı çalışması olan bu film ile İsrailli yönetmen Amir Manor yaşlı bir çiftin bir gününü zarif, sakin ve dokunaklı bir biçimde getiriyor karşımıza. İçinde yaşadıkları dünyanın hayal ettikleri ve uğruna savaştıklarından ne kadar farklı olduğunu görmenin hayal kırıklığını yaşayan, fiziksel yorgunluklarından belki de daha fazlasını ruhsal olarak hisseden çiftin hikâyesini Manor kendi yazdığı senaryo ile anlatıyor ve özellikle “yüzleşme” bölümü ile hayli etkileyici bir sonuç koyuyor ortaya. Müzik ve görüntü yönetiminin yanında, başrollerdeki Yosef Carmon ve Rivka Gur’un performansları da filmin başarısında büyük pay sahibi olmuşlar.

Guy Raz’ın soluk renklerle ürettiği, adeta renklerin yerini siyah ve beyaza bırakmış göründüğü görüntü çalışmasının çok yakıştığı bir film bu. Biri 84, diğeri 80 yaşında olan iki karakterin hayatlarındaki renklerin yok oluşunun ve kadının bir sahnede ifade ettiği gibi hayatın ilgi alanının dışında kalışlarının sembolü olan bu tercih hem hikâyenin atmosferinin oluşmasına en büyük katkılardan birini yapıyor hem de film boyunca hissedilen hüzün ve kaybolmuşluk duygusunu pekiştiriyor. Ruth Doloris Weiss’ın piyano ağırlıklı müziği de benzer şekilde bir vedayı çağrıştırıyor zaman zaman ve dokunaklı melodisi ile hikâyeyi destekliyor. Yoksul ve küçük evlerinde yaşayan, tek oğulları anlaşılan baba ile kavga ederek ABD’ye göçmüş bu çiftin bir gününü anlatan film, onların günlük rutinlerini bize gösterirken herhangi bir şeyin altını çizmiyor ve arada bir belgesel havası da takınıyor. Hayata hâlâ tutunmaya çalışan ama tutunacak bir dal bulamıyor ya da bulmayacak olmanın da endişesini taşıyan çiftin bu hikâyesinde, evet hüzün hâkim bir öğe ama yönetmen/senarist Manor küçük mizah anlarını senaryoya yedirerek ve bundan da önemli olarak tüm final bölümü ile karamsar havanın filme tamamen hâkim olmasını akıllıca engellemiş. Bu mizah anlarının güldürmekten çok küçük gülümsemeleri hedeflediğini ve tam da bu nedenle filme çok yakıştığını söylemek gerek. Eve gelen sosyal hizmetler görevlisinin kendilerine ne kadar bakabildiklerini anlayabilmek için yaptığı testler veya adamın elbise kiralamak için gittiği ikinci el dükkanındaki sahne bu küçük mizah anlarının en iyi örnekleri. Final sahnesi ise değme romantik sahnelere taş çıkartacak havası ile hem filme çok başarılı bir kapanış imkânı sağlıyor hem de karanlığın değil, ne olursa olsun bir aydınlığın egemenliğini (ya da egemen olması gerektiğini) hissettiriyor seyirciye.

Hikâye etraflarındaki yeni dünyaya ait olmadıklarını hisseden çiftin bu duygusunu sadece yaşlılıklarına bağlamayarak çok akıllıca bir iş daha yapıyor. Kadının sinema gişesindeki sürekli telefonu ile oynayan kızla iletişimsizliği kendini bu dünyaya ait olmama ve dışarıda hissetmenin örneklerinden biri olurken, hikâye yaşlanmanın yanına bir de adamın ideallerinin hiçbirini gerçekleştirememiş olmasının neden olduğu hüznü ekliyor etkileyici bir şekilde. Evdeki dolabın rafında duran küçük Lenin büstü, adamın bağlandığı radyo programında öfke ile söylediği “Fikirler eskiyip giden moda akımları değildir, ölümsüzdür” cümlesi ve bir komün hayatı kurmak için tek başına bir örgütlenme çabası içine girmesi yitip giden, daha doğrusu onun hâlâ muhafaza ettiği ama artık kimsenin takmadığı ideallerini anlatıyor bize bu çiftin. Ülkenin kuruluşundaki ideallerden ne kadar uzak bir noktaya düştüğünü görmek, uğrunda mücadele edilen ideallerin artık adının bile söylenmediğini duymak çok travmatik hâlâ bu idealleri taşıyanlar için ve özellikle ikinci yarıda bu konuya ağırlık vererek filmi sadece yaşlılık sürecine odaklanan bir yapıdan daha farklı bir düzeye çıkarıyor Manor. Adamın idealleri o denli güçlü ki ailesinin değil, toplumun refah ve mutluluğuna eğilmiş ve artık bir geçerliliği olmayan (aslında hiçbir zaman geçerli olamayan) bu tercihinin oğlu ve eşi üzerinde neden olduğu mutsuzluğu fark ediyor olmak hem onu hem de seyirciyi hayli etkiliyor doğal olarak.

Isınmak için yakılan veya bir hediye alabilmek için satılmak zorunda kalınan kitaplar filmin yoksulluğu ve ondan da daha önemlisi “başarısızlığı” (uğruna mücadele edilenin gerçekleştirilememesinden kaynaklanan bir başarısızlık sözünü ettiğim) anlatmasının kimi sembolleri oluyor hikâyede. Manor ülkeyi (İsrail’i) kuranların ideallerinin gerçekleşmediğini yoksulluğu vurgulayarak da anlatıyor bize sürekli olarak. İletişim kurdukları herkesin yanlış anladığı ve özellikle erkeğin hâlâ 1940’larda yaşıyor göründüğü çifti canlandıran Yosef Carmon ve Rivka Gur’un mükemmel uyumlarının zenginleştirdiği film, hayal ettikleri dünyadan çok farklı bir yerde yaşamak zorunda kalan iki insanın dramını sinemasal bir çekicilik katmayı becererek anlatması ile kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma. Dramatik gelişmelerden “yoksunluğu” ve tıpkı karakterleri gibi düşünerek, yavaş ve hüzünle hareket eden kamerasının yavaşlığı ile belki herkes için değil ama tadını alabileceklerin görmesi gerekli kesinlikle. Açılıştaki sosyal hizmetli ile olan sahnedeki iki insanı bir takım kalıplara sokup istatistiklerin parçası yapan bir modern devlet anlayışının hüzün ile kapanıştaki pizzacıda geçen romantik sahnenin keyfi filmi görmek için tek başlarına yeterli iki neden. Her ne kadar İsrail’de geçse de ve ülke tarihine kimi göndermeleri olsa da, bu film idealleri için savaşan ve kaybetse de umudunu ve inançlarını yitirmeyen herkesin ilgisini çekebilecek bir çalışma. Kapanış jeneriğine Radiohead grubunun zaten hayli dokunaklı olan “I Will” şarkısının daha da dokunaklı bir yorumunun eşlik ettiğini de söyleyelim son bir not olarak.

(“Epilogue” – “Hayuta and Berl” – “Son”)

(Visited 60 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir