Heaven & Earth – Oliver Stone (1993)

Heaven_and_Earth“Savaşın yarattığı bir şey varsa, o da mezarlardır. Mezarlarda yatanlarsa, düşmanımız değildir”

Vietnam Savaşı’nın hayatını trajik bir biçimde etkilediği Vietnamlı bir kadının gerçek hikâyesi.

Oliver Stone’un “Vietnam Üçlemesi”nin son halkası. Lee Ly Hayslip’in otobiyografik iki romanından Stone’un uyarladığı film, yönetmenin 1986 tarihli “Platoon – Müfreze” ve 1989 tarihli “Born on the Fourth of July – Doğum Günü Dört Temmuz” adlı filmlerden sonra çektiği ve üçlemenin de zayıf halkası olarak görünen bir çalışma açıkçası. Oldukça uzun bir döneme yayılan hikâyeyi, oldukça fazla sayıda tema ile birlikte anlatmaya soyunan film, karakterlerine yeterince eğilemediği gibi hikâyesi de genellikle yüzeysel kalıyor. Görüntüleri ve Kitaro imzalı müziği dikkat çekse de, Oliver Stone’dan çok Spielberg tarzı bir mizanseni olan film çoğunlukla vasat bir çalışma. Savaşın tüm taraflarına (Kuzey Vietnam, Güney Vietnam ve Amerikalılar) eleştirel yaklaşan film bir antimilitarist mesaj da vermeye çalışıyor ama filmin yoğun içeriği içinde zaman zaman o da kayboluyor.

1950 başlarında Fransız işgali ile başlayan hikâye kısa bir süre sonra 1963’e geçiyor ve Vietnam savaşı sırasında yaşananları anlatıyor bize uzun bir süre; sonrasında belki de filmin en zayıf bölümü olan Amerika’daki yaşam geliyor karşımıza. Hayli ilginç, trajik, anlatmaya değer ve gerçek bir hikâye bu ama bu hikâyenin film karşılığı için aynı ifadeleri kullanmak pek kolay değil. Kadının “dünyadaki en güzel köy” olarak tarif ettiği köyünün (Oliver Stone filmin açılışında güzel doğası ve mutlu insanları ile tam bir cennet tasviri yapmış, bir parça da dozu kaçırarak) ve insanlarının savaş nedeni ile altüst olan hayatlarını o denli geniş bir hikâye ve onlarca temayı vurgulayarak anlatıyor ki film ister istemez sıradanlığa düşüyor zaman zaman ve seyircinin odaklanmasına da engel oluyor. Antimilitarizm, budizm, feminizm, yoksulluk, aşk, tutku, göçmen olmak, emperyalizm, aile bağları, çatışmanın iki tarafı arasında kalan insanların dramı vs. hikâyeye girip çıkıyorlar ve bir süre sonra ister istemez ilginizin dağılmasına neden oluyorlar. Kahramanımız o kadar çok şey görüp geçiyor ki yorulmaya ve sıkılmaya başlıyorsunuz. Stone’a yakışmayan bir senaryo bu kesinlikle ve güzel görüntüler de her zaman kurtaramıyor filmi.

Kendi aralarında bile çoğunlukla (ama nedense her zaman değil!) ve aksanlı bir İngilizce konuşan Asya kökenli oyuncular bir Hollywood filmine uygun belki ama Stone’a yakışmıyor açıkçası bu durum ve gerçekçiliğini de ciddi ölçüde zedeliyor filmin. Yönetmenin bir başka yanlış tercihi de kadının anlatıcı olarak aşırı kullanımı olmuş: Sadece duyguları değil gelişmeleri de anlatıyor zaman zaman kadın ve filmin görsel sanat olduğunu unutturuyor bize bu anlarda. Oysa daha yalın bir senaryo ile buna hiç gerek kalmadan anlatmalıydı derdini film bize. Sonlarda dinlemek zorunda kaldığımız Budizm felsefesine uygun sözlerde olduğu gibi bu gereksiz konuşmalar filme zarar veriyor. Sözlerin vurgusu ile de yetinmiyor Stone ve Kitaro’nun hayli başarılı müziğini o denli çok ve öylesine eski usul (sürekli büyük ve trajik bir atmosfer hissi yaratacak kadar vurgulu bir şekilde) kullanıyor ki olumsuz anlamda şaşırtıyor seyredeni. Hikâyenin Amerika bölümleri hem mizansen olarak vasatlığı hem de başka yönleri ile pek de başarılı değil. Kadının Amerika’nın refahı ile karşılaştığı mutfak, buzdolabı veya market örneğin, yanlış tercihler sonucu Vietnam savaşının cehenneminden kaçan kadının şaşkınlığını anlatmaktan çok adeta Amerika’nın reklâmını yapıyor bize. Örneğin devasa buzdolabının kapısının açıldığı sahne rahatlıkla Amerikan hayatının propagandasını yapan bir filmde kullanılabilir. Son bir örnek olarak da filmin, kadının ilk çocuğunun babası olan adamla olan ilişkisinin yıllar sonra bile fotoğrafını evinde görünür bir yerde tutacak kadar ne zaman derinleştiğini bize hissettiremiyor olmasını göstermek mümkün. Kimi yapay duygusallıklar peşinde koşan sahneler de (örneğin baba ile yıllar sonra karşılaşma) yardımcı olmuyor filme elbette.

Üçlemesinin ilkinde cephedeki Amerikan askerlerini, ikincisinde savaştan “yaralı” dönen bir Amerikan askerini anlatan Stone bu kez hem savaşın diğer tarafındakilere (Vietnamlılar) hem diğer cinse (kadınlar) eğilmiş ama sonuç ilk iki filmdeki gibi olmamış ne yazık ki. Debbie Reynolds’ın da kısa bir rolde göründüğü çalışmada başrol oyuncusu Hiep Thi Le zor bir rolün altından kalkmayı becerirken, Amerikalı eşini oynayan Tommy Lee Jones pek de inanmış görünmediği rolde vasat bir performans sunmuş. Büyük bir kısmı Tayland’da çekilen filmde Robert Richardson’ın başarılı görüntü çalışması açılıştaki uzun ve tarih dersi kıvamındaki giriş sahnesini kurtarmaya yetmese de filmin en çekici unsuru kuşkusuz.

(“Cennet ve Yeryüzü”)

(Visited 174 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir