Histórias que Só Existem Quando Lembradas – Júlia Murat (2011)

“Ekmek hamuru bizim gibidir, nefes almazsa katılaşır”

Fotoğrafçı bir kadının hayatın her gün aynı olduğu ve zamanın durmuş gibi göründüğü bir köye gelmesi ile yaşananların hikâyesi.

Brezilya sinemasından bir ilk film. Júlia Murat’ın senaryosunu da yazdığı film zaman ve hayat üzerine sakin, hafif, dokunaklı ve güçlü bir şiir. Herkese hitap etmediği açık ama geçmişimizdeki hatıraların, hikâyelerin ne kadar sıradan olursa olsun önemli olduğunu hatırlatan bu çalışma çok başarılı görselliği ile pek çok sinemaseveri büyüleyecektir kuşkusuz. Sinemada başı ve sonu olan bir hikâye arayanların da, muhteşem anların peşinde koşanların da ve dürüst bir hikâyenin içine girmek isteyenlerin de eşit derecede keyif alacağı çalışma yönetmen Murat’ın bu ilk uzun metrajlı filmi ile hayli olgun bir sinema duygusuna sahip olduğunu da kanıtlıyor bize.

Zamanın durmuş gibi göründüğü, elektriğin olmadığı, anlaşılan trenin artık hiç geçmediği ve her dakikası ile aynı günü yaşayan bir köy Jotuomba. Yönetmen Júlia Murat bize genç kadının köye gelişine kadar ve aslında eklenen yeni sahneler hariç onun gelişinden sonra da hep aynı hikâyeyi anlatıyor. Pişirilen ekmek, ekmeğin getirildiği dükkan ve orada yapılan ve hep aynı içerikteki küçük konuşmalar, çalan çan ve kilisede ayin, tüm köyün birlikte yediği yemek ve eve dönüş… Sanki ezeli ve ebedi bir gün bize gösterilen. Ölen bir eşe her gün yazılan ama gönderilmeyen mektuplar, elle öğütülerek içilen kahve ve yağmurun gelmekte olduğu üzerine bir sohbet… Hayat böyle akıp gidiyor, mezarlığın Tanrı’nın emri(!) üzerine papaz tarafından kapatıldığı ve ölmenin unutulmuş göründüğü, tüm sakinleri çok yaşlı olan bu köyde. Genç kadının gelişi hem onu hem köydekileri etkileyecek ve adeta bir ayin gibi her gün aynı şekilde yaşanan hayat kendisine veda eden birini bırakıp yeni birisi ile aynen devam edecek(mi?).

Murat görüntü yönetmeni Lucio Bonelli ile birlikte gerçekten muhteşem bir iş çıkarmış. Filmin her bir karesi hem biçimsel hem içerik olarak nasıl olması gerekiyorsa öyle; istisnasız bir biçimde her biri özenli ve “fotoğraf” kalitesindeki kareler bu güçlerine rağmen sadece görüntüye yüklenen bir filme kaynaklık etmiyorlar. Aksine, her bir kare o an anlatılan her ne ise onun birebir karşılığı. Köye gelen fotoğrafçının çektiği siyah beyaz fotoğraflar gibi filmin hikâyesi içinde bize gösterdikleri de bu parlak başarının örnekleri. Parlatılmış bir yapay güzelliğin değil, hayatın içindeki “güzelliğin” ve hayaletimsi imajlarla çarpıcı biçimde sarmalanmış bir gerçekliğin peşinde bu görüntüler ve film boyunca da yakalıyorlar bunu. Gerek filmin Türkçe karşılığı “Hikâyeler (hatıralar da diyebiliriz burada) hatırlandıkları sürece var olurlar” olan orijinal adı, gerekse Türkçe karşılığı “Bulunan Hatıralar” olan İngilizce adı aynı şeyi söylüyor bize: Köydekiler genç kadının fotoğraf çekmeye başlaması ile hatıralarını (hikâyelerini) bulmaya (konuşmaya ve paylaşmaya) başlıyorlar. Lucas Marcier’in basit ve tam da bu hikâyenin ihtiyaç duyduğu yalın ve hafif gizemli notalardan oluşan müziği, tüm yaşlı oyuncuların ama özellikle Sonia Guedes’in sade ama içinizi titretecek kadar doğal oyunları ve fotoğrafçıyı oynayan Lisa Fávero’nun diğer tüm karakterlerle tam bir zıtlık teşkil eden gençliğini ve yüzünden hiç eksiltmediği hafif hüzünlü gülümsemesini hikâyenin emrine başarı ile vermesi de bu filmi mutlaka görülmeli diyebileceğimiz eserler arasına koyuyor.

En, daha doğrusu tek “hareketli” sahnesi genç kadının Franz Ferdinand’ın “Take Me Out” şarkısı eşiliğinde kendi başına dans ettiği anlar olan bir film herkese göre değil belki. Ne var ki aslında belki tam da onların görmesi gereken bir çalışma bu. Lirizmin ama yapış yapış değil hayat kadar gerçek, hayat kadar doğal bir lirizmin her anında karşınızda olacağı film bu sınıftaki seyircilerin, bir durup, nefes alıp, bekleyip, gözlemeleri durumunda nasıl bir mucizenin tanığı olabileceklerini söylüyor bize her anında. Üstelik bunu yaparken sembolizmini dozunda tutuyor; aslında sembolizmin peşine de düşmüyor hikâye ama seyrederken büyülenenler bu büyünün arkasında ne olduğunu keşfetmeye çalışırken neyin aslında ne olduğu konusunda kafa yoracaklardır mutlaka. Belki beklenen ama kesinlikle çok çarpıcı bir final ile kapatıyor filmini Murat ve kalkınma hızı ve çizgisi bizim ile kimi paralellikler içeren Brezilya’da hayatın geçişini, insanoğlunun ölmeye yazgılı olduğunu, birikimlerin bir nesilden diğerine geçişinin anlam ve önemini, bir kahveyi her gün aynı anda aynı insanla içmenin hızla değişen, dönüşen ve yerine mekanik karşılıklarını koyarken doğal olanı yok eden güçlere karşı nasıl bir direnme biçimi olabileceğini söylüyor bize.

Artık kullanılmadığı anlaşılan tren raylarının da altını çizdiği bir terkedilmişliğin havasını taşıyor film ve kimse ölmediği için kapatılmış görünen mezarlık her gün ibadet eden bu köyü onları öldürmeyerek Tanrı’nın da terk etmiş olduğunu söylüyor sanki. O tipik minimalist filmlerden biri gibi başlayıp her geçen dakika daha da zenginleşerek ilerleyen bu hikâye, yönetmeni Murat adına bir ilk film olarak ciddi bir başarı örneği kesinlikle. Görülmeli.

(“Found Memories” – “Bulunan Hatıralar”)

(Visited 175 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir