Hymyilevä Mies – Juho Kuosmanen (2016)

“Sadece önemli olana odaklan ve diğer her şeyi unut. Güven bana, bütün bunlar bittiğinde 17 Ağustos 1962’nin hayatının en mutlu günü olduğunu söyleyeceksin”

Tüy sıklette dünya şampiyonu A.B.D.li rakibi ile unvan maçına çıkacak olan ve bu arada âşık olunca hayattaki öncelikleri konusunda kafası karışan bir Fin boksörün hikâyesi.

Fin boksör Olli Mäki’nin gerçek hikâyesinden sinemaya uyarlanan, senaryosunu Juho Kuosmanen ve Mikko Myllylahti’nin yazdığı, yönetmenliğini Kuosmanen’in üstlendiği ve Finlandiya, İsveç ve Almanya ortak yapımı olarak çekilen bir film. Cannes’da “Belirli Bir Bakış” ödülünü kazanan film Finlandiya’nın ulusal sinema ödülü olan “Jussi”yi de aralarında en iyi film, yönetmen ve erkek oyuncunun da olduğu sekiz dalda kazanırken, iki dalda da adaylık almıştı. “Küçük ve sıcak” bir film bu ve bunu hiç unutmadan samimiyeti ile hikâyesi boyunca seyirciyi etkilemeyi başarıyor. Ne finaldeki büyük unvan maçını ne de anlattığı aşkı büyütüyor film ve temel olarak bir kadına tutku ile bağlanınca hayattan ve mesleğinden (bir boksör olmaktan) beklentilerini sorgulayan adamın sıcak ve duygusal hikâyesini anlatmayı tercih ediyor. Başrol oyuncusu Jarkko Lahti, menajerini canlandıran Eero Milenoff ve âşık olduğu kadını oynayan Oona Airola’nın gerçekçi ve doğal oyunları ile ciddi bir katkı sağladığı film sesini yükseltmeden etkileyici olabilen örneklerden birini oluşturuyor sinema dünyasında. Zaman zaman daha fazlasını bekletiyor olsa da ve kahramanının karakter incelemesine verdiği ağırlık diğer öğeleri bazen gereğindan fazla arka plana itse de sevimli, etkileyici ve samimi bu film kesinlikle görülmeli.

Güçlü A.B.D.li rakibine karşı kendi halkının önünde unvan maçına çıkacak olan bir Fin boksörü anlatıyor film. Kendisi de eski bir boksör olan hırslı menajeri, basın ve tüm bir ülke ondan bir dünya şampiyonluğu beklerken ve o da bunun için tüm gücü ile çalışırken âşık oluveriyor ve sorgulamaya başlıyor içinde bulunduğu spor dünyasının gerçeklerini ve hayattan aslında ne beklediğini. Amatörlükten profesyonelliğe geçiş ve bunun beraberinde getirdiği “endüstriyel spor”un gerçekleri bir tarafta, sevdiği kadın diğer tarafta. Hayatına giren sponsorlar, kamera önünde poz verme zorunlulukları, tüm ülkenin gözü üzerindeyken sevdiği kadınla çok fazla birlikte görünmemesi gerektiğinin söylenmesi vs. Oysa onun tek istediği sevdiği sporu sadece bir spor olarak yapabilmek ve âşık olduğu kadınla su üzerinde taş sektirebilmek örneğin. Kuosmanen siyah beyaz çektiği filminde bu hikâyeyi duygusal tüm tuzaklardan kurtularak ama yine de duygusal bir etkileyiciliği yakalayarak anlatmayı başarmış. Bu başarıda filmin görselliğinin ciddi bir payı var kesinlikle. J. P. Passi’nin görüntüleri dört dörtlük denen türden: Siyah beyazın doğal olarak yarattığı nostalji duygusunu, anlattığı 1960’lı yılların havasına uygun görüntülerle destekliyor Passi’nin çalışması ve birlikte binilen bisikletle yapılan gezintilerden aniden bastıran bir yağmur altındaki düğüne her anında görselliği çok yüksek bir düzeye taşıyor. Çoğunlukla hareketli kamera kullanımının da desteklediği bir uçarılığı kazandırıyor filme bu görüntü çalışması ve filmin en olumlu öğelerinden biri oluyor. Kostümlerden setlere altmışlı yılları başarı ile karşımıza getiren film, bu uçarılığı ile Fransız Yeni Dalga akımından izler taşırken, hikâyesi ile de sadece birkaç yıl sürse de sinemaya başyapıtlar armağan eden İngiliz Yeni Dalga’sını hatırlatıyor. Tüm bunları alçak gönüllü bir film ile yapabilmek ise ayrıca takdiri gerektiren bir başarı olsa gerek.

Kuosmanen filminde etkileyici pek çok sahne yaratmış: Kimilerinin bekleyeceği ve belki de bulamayacağı için hayal kırıklığı yaşayacağı final maçını örneğin, sade, gerçekçi ve kahramanımızın maçtan sonra soyunma odasında gazetecilere söyleyeceği “çok hızlı oldu, ne olduğunu anlayamadım” sözlerine uygun bir şekilde çekmiş yönetmen. Oona Airola’nın sıcak gülüşünün de katkısı ile zenginleşen tüm romantik sahneler (onunla suda taş sektirmeyecek bir heteroseksüel erkek yoktur herhalde!), boksörün kendisinden beklenenleri değil içinden geleni yaptığı için rahatsız olduğu basın toplantıları veya hüznü ile etkileyen ve kahramanımızın kendisini sorgulamasını hızlandıran “top atarak kızları suya düşürme eğlencesi” sahneleri filmin hayli çekici anlarından birkaçı sadece.

Filmin başarısının en açık göstergelerinden biri finali belki de: Boksör ve sevgilisi gece karanlığında yürürken yanlarından geçen ve el ele tutuşmuş yaşlı bir çifte bakarak “biz de onlar gibi olabilecek miyiz” diye soruyorlar birbirlerine. Kapanış jeneriğinde yaşlı çifti canlandıran bu iki kişinin gerçek Olli Mäki ve eşi olduğunu anlıyoruz; oyuncuların oynadıkları karakterlerin gerçek hayattaki karşılıkları ile veya iki genç insanın kendi yaşlı halleri ile karşılaştıkları bu sahne piyasa işi olmayan bu film için biraz ucuz bir numara olarak görülebilirdi belki ama boksörümüzü o denli yakından tanıyor ve onu o denli anlıyor ve seviyorsunuz ki sadece sizi mutlu ediyor ve gülümsetiyor bu bölüm.

Hikâye, her anında karşımızda olan kahramanımız üzerinden ilerliyor ve onun karakteri (düşünceleri, endişeleri ve diğer tüm hisleri) hep odakta duruyor. Yoğun olmayan ve bu tercihi de doğru olan hikâyenin karakterine bu denli yoğun bir biçimde yaklaşması sinemasal anlamda etkileyici olabilecek kimi şeylerden (örneğin final maçından veya boksörün etrafında olan bitenlerden) yoksun kalmasına neden oluyor zaman zaman ve örneğin bir Amerikan filminde “görkemli” olabilecek kimi anlarda özellikle minimal bir tavır takınıldığını ve bunun da belki bazı anlarda yeterince güçlü olmamak gibi bir his duyurduğunu söylemek mümkün ama bu hoş filmin başarısının yanında hemen hiçbir önemi yok bu problemlerin. Damien Chazelle’ın “Whiplash” filmi başarı/kariyer için günden güne artan bir hırsa sahip olan ve kız arakadaşını daha rahat ve fazla çalışabilmek için terk eden bir davulcuyu anlatıyordu; Juho Kuosmanen’in filmi ise işte bu davulcunun tam karşısında bir duruş seçen bir boksörü anlatırken, yönetmenin kendisi de Chazelle’ın tam karşısında duruyor ve onun hızlı ve sesini sürekli yükselten hikâyesinin karşısına kendisinin sakin ve fısıldayan filmini koyuyor. Jarkko Lahti’nin müthiş doğal oyunu ile daha da etkileyici olan soyunma odasındaki son sahnesi ile bile görülmeyi hak eden bu çalışmanın kurgusunu üstlenen Jussi Rautaniemi’nin özellikle planlar arasındaki geçişleri ile dikkat çeken kurgusunu ve hem boksörü hem seyredeni epey etkileyen “lunaparktaki hüzünlü kız” karesini de analım son olarak ve filmi hararetle tavsiye edelim.

(“The Happiest Day in the Life of Olli Mäki” – “Olli Maki’nin En Mutlu Günü”)

(Visited 119 times, 6 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir