Infamous – Douglas McGrath (2006)

“Dün gece yatağımda yatıyor ve düşünüyordum: Ceza nedir? Eğer dışarıdaki hayatı sevmiyorsan, hapiste olmak ceza değildir. Ne de ölüm, eğer yaşamak sana acı veriyorsa. Benim için cezanın ne demek olduğunu söyleyeyim sana: Kendine uygun birinin olduğunu umut etmek, yıllarca onsuz yaşadıktan sonra onu bulmak ama sahip olamamak”

“In Cold Blood” kitabına konu olan cinayetleri araştırırken, katillerden özellikle biri ile yakın ilişki kuran yazar Truman Capote’nin hikâyesi.

2005 yılında Bennet Miller’ın Gerald Clarke’ın “Capote” adlı biyografisinden uyarlayarak aynı hikâyeyi anlatmasından sadece bir yıl sonra bu kez Douglas McGrath George Plimpton’ın kitabından karşımıza getirmişti Capote’nin bu en çok bilinen eserlerinden birini yazış sürecini. Art arda sinemalara gelen iki filmden bu ikincisi aldığı ödüller ve beğeni açısından ilkinden geride kalmış olsa da görülmeyi hak eden bir çalışma. Capote ilginç, ünlü ve gerçek bir karakter, filmin yazılış günlerine odaklandığı kitap çok bilinen ve önemli bir eser ve yazarın katillerden biri ile arasındaki sanatçı ve objesi düzeyini çok aşan ilişki hayli çekici bir konu ve işte tüm bunlar filme bir cazibe katıyor kesinlikle. Başroldeki Toby Jones kimi bariz fiziksel özellikleri nedeni ile canlandırması bir yandan zor diğer yandan yine aynı nedenlerle kolay olan bir karakteri başarı ile oynuyor ve hikâyenin en önemli yükünün altından kalkmayı başarıyor. Diğer karakterlerdeki ünlü oyuncuların da ayrı bir çekicilik kattığı film zaman zaman aldığı hafif hava ve yeterince derinlere inmemesi ile çok güçlü bir film de değil ne yazık ki.

Sandra Bullock, Daniel Craig, Jeff Daniels, Gwyneth Paltrow, Peter Bogdanovich, Isabella Rossellini ve Sigourney Weaver gibi ünlü isimlerin başroldeki Toby Jones’a eşlik ettiği bir film karşımızdaki. Kadrosunun şöhret düzeyi açısından bir sıkıntısı yok filmin kısacası. Bu kadro içinde filmde önemli rolleri olan isimlerden Sandra Bullock (ünlü yazar Harper Lee rolünde) aksamıyor ve üzerine düşeni yapıyor (hatta bir röportaj sahnesinde filmin en sıkı oyunculuk gösterilerinden birini yapıyor şaşırtıcı bir şekilde), Capote’nin yakın ilişki kurduğu katili canlandıran Daniel Craig ise özellikle Jones ile olan ikili sahnelerinde güçlü bir performans sergiliyor. Craig’in kimi sahnelerde, örneğin yazdığı bir mektup okunurken, yazdıklarını onun ağzından ve kameraya doğru seslendirmesi ile gördüğümüz sahne, yeterince rahat veya güçlü bir resim vermemesi ise yönetmenin bu anlardaki yanlış tercihlerinin sonucu gibi görünüyor. Örneğin bu belirttiğim sahnede yönetmenin benimsediği bu anlatım şekli filme özellikle o anlarına hiç uygun düşmeyen gereksiz bir hafiflik ve yüzeysellik katmış. Yönetmen Douglas McGrath’ın kendi yazdığı senaryo temel olarak Capote’nin cinayetin işlendiği kasabadaki araştırmalarına ve kitabın yazımı sırasında yaşadıklarına odaklansa ve bu anlar filmin en güçlü anları olsa da, filmin odak noktası buradan başka yerlere kaydığı anda (örneğin bohem ve dedikodu dolu hayatlara) hikâye de gücünü yitiriyor. Oysa yazarın karakterini (hırsını, kıskançlığını, rahatlığını, duygusallığını, bencilliğini vs.) cinayet ve kitap etrafında yaşananlar yeterince anlatıyor seyirciye. İşte tam da bu nedenle örneğin en başta yer alan ve yazarı tanıyan karakterlerle yapılan “röportajlar” gereksiz ve yanlış bir şekilde sanki Capote’yi, ama özellikle sadece onu anlatan bir film seyredeceğimiz hissini vererek bizi yanıltırken, sondaki benzer röportajlar hikâyenin asıl odak noktasına değindikleri için filme hayli yakışıyorlar.

Sesini duyanların kadın zannettiği, hatta gittiği kasabada konuştuğu hemen herkesin “hanımefendi” diye hitap ettiği Capone’un “eğer Brüksel lahanaları konuşabilseydi, herhalde ses tonları böyle olurdu” veya “eğer şansınız varsa hiç duymamışsınızdır” gibi sözlerle tanımlanan sesi ve feminen vücut dili kendisini canlandıran bir oyuncu için bir yandan taklit üzerinden ilerlemek gibi bir kolaylık sağlarken, diğer yandan karakterin bir karikatüre dönüşmesinin kolaylığı üzerinden zorluk da yaratıyor aslında. Toby Jones bu zorluğun üstesinden gelmeyi başarıyor ve işinin en zor tarafını başarı ile yerine getiriyor. Sanatçının üstesinden geldiği bir diğer zorluk ise hikâyenin Capote’yi ille de olumlu bir karakter olarak göstermeye çalışmaması ve bu nedenle karakterinin sevilmesinin o denli de kolay olmaması. Bunu filmin bir artısı olarak görmek ve filmin bir diğer başarısının yanına eklemek gerekiyor: Film Truman Capote’nin insanlarla iletişim kurma becerisini, üstelik “farklılığı” nedeni ile yarattığı ilk olumsuz izlenime rağmen gösterdiği bu beceriyi seyirciye pek çok örnek ile etkileyici bir şekilde anlatıyor. Hollywood ünlüleri ile olan hikâyeleri sıradan insanları etkisi altına almasını ve hatta büyülemesini sağlarken, gözlem gücü, detaylara düşkünlüğü ve hazırcevaplılığı karşılaştığı her bir bireyin can alıcı noktasını bulup çıkararak kendisi ile konuşmasını sağlıyor. “Eğer ufak tefeksen, güçlü olman gerekiyor. Bu dünya ufak tefeklere nazik davranmıyor” ifadesini tüm hayatına şiar edinen bu ünlü yazarın hikâyesini anlatırken bazı konularda da yetersiz kalıyor filmimiz ne var ki. Capote’nin yakın dostu olan Harper Lee karakteri onca sahnesine rağmen yetersiz çizilmiş ve sevgilisi olan Jack de hem kısıtlı sahneleri hem de bu sahnelerin bir parça yüzeyselliği nedeni ile çok silik kalmış örmeğin. Bir başka örneği de Isabella Rosselini’nin oynadığı Marella Agnelli karakterinin silikliği olan bu durum sanırım McGrath’ın bunca karakterle nasıl başa çıkacağını bilememesinden kaynaklanmış. Bu durumdan kendisini kurtarabilen tek yardımcı karakter Sigourney Weaver’ın Babe Paley’si olmuş görünüyor tüm filmde.

Filmin en cazip yanlarından biri Capote ile katillerden biri olan Perry arasındaki “ilişki”. Yukarıda belirttiğim gibi Daniel Craig’e usta bir oyunculuk şansı veren tüm ikili sahnelerin yanısıra yazar ile karakteri arasında bir çekişmeye, arkadaşlığa ve hatta belki de aşka giden bir yola tanık olmamızı sağlayan bu ilişki finaldeki hayli etkileyici idam sahnelerinin başarısının nedenlerinden de biri oluyor aynı zamanda. Cinayetleri anlattığı kitabına “In Cold Blood – Soğukkanlılıkla” adını vermesine öfkelenen katil Perry’e bu adı işledikleri cinayetler çok kötü bir şey olduğu için ama ondan da çok devlet tarafından idam edilecek olmalarının ve bu idamın tüm planlama, hazırlık ve gerçekleştirme aşamaları ile tam bir “soğukkanlılıkla” işlenen bir cinayet olduğu için verdiğini söyleyerek kendisini savunan Capote bu konuda ne kadar dürüsttü bilmiyorum ama ölüm cezasının yanlışlığı konusunda seyirciye sıkı bir hatırlatmada bulunması ile de takdiri hak ediyor filmimiz.

(“Gerçeğin Peşinde”)

(Visited 178 times, 7 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir