Kelebeğin Rüyası – Yılmaz Erdoğan (2013)

“Bir ermiş bir gün rüyasında kelebek olduğunu görmüş. Uyanınca kafası çok karışmış. Ben mi rüyamda kelebek oldum, yoksa bir kelebek şu anda rüyasında ben olduğunu mu görüyor diye düşünmüş”

Türk edebiyatının hayatlarını çok genç yaşta kaybeden iki ismi, şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayip Uslu’nun hayat hikâyeleri.

Sinemamızın yapmayı pek beceremediği türden hüzünlü bir romantizmi olan bir film. İki şairin hüzünlü hayat hikâyelerini hak ettikleri bir prodüksiyon ile perdeye taşıyan eser, bir dönem filmi olarak hemen hiç aksamaması, Gökhan Tiryaki’nin başarılı görüntü çalışması ve iki baş oyuncusunun çarpıcı performansları ile ilgiyi kesinlikle hak eden bir çalışma. Filmin eleştirilmesi gereken iki temel öğesi ise yönetmen Yılmaz Erdoğan’ın filmi gereğinden fazla parlatmaya çalışması ve yine Erdoğan’ın filme kişisel bir damga vurmaya çalışması.

Film Behçet Necatigil’i canlandıran Yılmaz Erdoğan’ın sesinden dinlediğimiz bir Necatigil şiiri ile açılıyor ve yine benzer bir sahne ile kapanıyor. Gerçek hikâyeler ile ne kadar örtüşüyor bilmiyorum Erdoğan’ın senaryosu ama karakterini hikâyenin hemen tüm dönüm noktalarında sahneye çıkarması, iki genç şairle olan diyaloglarında Necatigil’i değil de BKM’deki oyunculara akıl veren Yılmaz Erdoğan’ı oynaması, ekonomik oynamakla hiç oynamamanın birbirine karıştığı performansı, açılış jeneriğinde kendi adını “… ve Yılmaz Erdoğan” ifadesi ile yazdırarak kendi adına özel bir vurgu yapması gibi tercihler sanatçının kendisini ısrarla ön planda tutma arzusunun birkaç örneği sadece. Genç yaşta ölen iki şaire ve onlar üzerinden tüm “kayıp şairler”e adanan (ki çok dokunaklı bir ithaf ve çok doğru bir tercih bu Erdoğan adına) filmin bir diğer problemi de Erdoğan’ın filmi gereksiz bir şekilde “parlatmaya” çalışan yönetmenlik tercihleri. Örneğin açılışta, uzun süren tek bir planda bir madende ve zorla çalışmaya götürülenleri gösteriyor bize film ama adeta “prodüksiyon için çok para harcadık” diyor bize bu görüntülerle. Başka sahnelerde de var bu şıklık çabası ki filmin hüzünlü gerçekleri ile ve şairlerinin alçak gönüllülüğü ile ters düşüyor bu çaba. Kapanışta iki şairin unutulmuşluğunu vurgulayan ama bu unutulmuşluğun bu film ile sona ereceğini iddia eden yazı da filmin (Erdoğan’ın aslında) kendisini fazla önemsemesinin bir başka sonucu. Seyircinin ve zamanın vereceği bir yargıyı kendisinin vermesi şık bir sanatçı tutumu değil kesinlikle.

İkinci Dünya savaşı sırasındaki olağanüstü koşullar gerekçe gösterilerek 1940 yılında başlatılan bir uygulama ile 15 – 65 yaş arasındaki Zonguldaklı tüm erkekler için madenlerde çalışmak zorunlu hale getirilmişti. Bu acı sonuçları olan uygulama hikâyede önemli bir yer tutuyor ve Yılmaz Erdoğan’ın Tek Parti dönemine eleştirilerinin de araçlarından biri oluyor. Ne var ki bu eleştiriler de pek oturmamış görünüyor hikâyede. Zonguldak’ta -herhalde bürokrasi mensuplarının aileleri olsa gerek- resmî bayramlarda balolara katılan, tenis turnuvaları düzenleyen, vals yapan bir insan grubunu sık sık gösteriyor bize film ama nedense bunları madende çalışmak zorunda kalanlarla yan yana düşürmüyor hiç ve adeta iki ayrı filmin karakterleri gibi sergiliyor onları bize. Hatta Halkevleri’ndeki tiyatro ve dans çalışmaları üzerinden o dönemin uygulamalarını olumlu yönde gösteriyor bize düzenli olarak, belki de hiç bu niyette olmadığı halde. Kaldı ki 1940’ların Zonguldak’ında “kadınlı erkekli” gençlerin bir arada rahatça vakit geçirebilmesi (piknik sahnesi örneğin) dönem için bir eleştiriden çok övgü gibi algılanmalı ki açıkçası günümüz Türkiyesi düşünüldüğünde bu övgü pek de yersiz sayılmaz.

İkisi de veremli olan genç şairlerin şiir tutkuları, yazdıklarını bastırabilmek için inatla çalışmaları ve aşkları filmde iki oyuncunun olağanüstü performansları ile geliyor karşımıza: Biri beklenen, biri şaşırtan başarılar bunlar. Mert Fırat her zamanki gibi çok sağlam bir oyunla karakterinin (Rüştü Onur) her duygusunu bize aynen geçiriyor ve kimi zor sahnelerin üstesinden o denli rahat geliyor ki performansından etkilenmemek mümkün değil açıkçası. Bu beklenen bir başarı çünkü Fırat’ın daha önce de tanık olduğumuz pek çok çarpıcı performansı var bu şekilde. Buna karşılık Kıvanç Tatlıtuğ tam anlamı ile muhteşem kelimesini hak eden performansı ile şoka uğratıyor seyirciyi. İyi bir oyuncunun bile rahatlıkla eğreti bir duruma düşeceği bir vücut diline büründürdüğü karakterini dört dörtlük bir oyunculukla getiriyor önümüze. Vasat televizyon dizilerinde anlamsız uzun bakışlar, kötü diyaloglar ve yüzeysel duygular ile karşımıza çıkartılan bir oyuncunun bu denli ciddi bir dönüşüm geçirmesi filmin en büyük kozu ve açıkçası sadece onu seyretmek için bile mutlaka görülmesi gerekli kategorisine rahatlıkla sokulabilir bu film.

Zorla çalışmaya götürülen ve zincirlenmiş insanlar geçerken aniden yağmurun bastırması, Necatigil’i oynayan Erdoğan’ın gece yağmurda yürürken görüntülenmesi veya kahramanlarımızın tırmandığı direğin etrafında Hollywoodvari dönen kamera gibi oyunlar ya da güneş batarken deniz kenarında oyun oynayan gençler gibi anlar Erdoğan’ın şıklık fetişizminin örnekleri olarak görünürken, Gökhan Tiryaki’nin çok başarılı görüntü çalışmasına da haksızlık ediyorlar bir bakıma. Onun örneğin Nuri Bilge Ceylan filmlerinde hikâyenin her anına çok iyi oturan çarpıcı görüntü çalışması burada filmin “güzellik pornosu” diye tanımlayabileceğimiz hatasının kurbanı olmuş bu anlarda. Yine de takdiri hak ediyor filmin görüntü çalışması. Benzer bir durum filmin müzikleri için de geçerli. Rahmi Altın’ın yine Hollywoodvari diye nitelenebilecek olan ve Amerikan sinemasının “büyük” filmlerinden aşina havaları olan müziği melankolik yanı ile hayli dikkat çekici kesinlikle ama gerek müziğin fazla kullanımı gerekse melankoliyi uç noktalara taşıması rahatsız ediyor zaman zaman.

Film çekildiği tarihte otuz yaşında olan Belçim Bilgin’in liseye giden bir kızı canlandırmak gibi ciddi bir dezavantajla karşımıza geldiği ama rolünü fazla aksamadan oynamış göründüğü filmde Farah Zeynep Abdullah ve kısa bir rolde de olsa Taner Birsel işlerini hakkını vererek yapıyorlar. Prodüksiyonun başarısı (set ve kostümler özenle çalışılmış görünüyor, keşke mekanlar/binalar bu kadar pırıl pırıl ve yeni durmasaymış özellikle Zonguldak’ta geçen sahnelerde) ve trajediyi hemen hiç abartmadan aktarabilmesi filmin dikkat çeken iki olumlu noktası. Bir sahnede eşi, şair Rüştü Onur’a “sen kötü şeyleri güzel söylüyorsun” diyor ve sanırım Yılmaz Erdoğan da senaryosundaki bu cümlenin üzerine kurmuş anlatımını ve güzel anlatmaya çalışmış hikâyesini. Sık sık fazla şık olsa da, sonuçta iyi anlatılmış ve iyi oynanmış bir film bu. Kayıp şairlerin anısına gerekli saygıyı göstermeyi ihmal etmeyen, hüznün tüm duraklarına uğrayan ve şiirin gücünü hatırlatan bir çalışma olarak görülmeyi hak ediyor kesinlikle.

(Visited 299 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir