Kinatay – Brillante Mendoza (2009)

“Seni öldürmemem için tek bir neden söyle bana; fahişesin, uyuşturucu bağımlısısın ve dolandırıcısın”

Küçük yasadışı işlere bulaşan bir kriminoloji öğrencisinin tanık olduğu hunhar bir cinayetin hikâyesi.

Filipinli yönetmen Brillante Mendoza’dan 2009 Cannes festivalinde En İyi Yönetmen ödülü kazanmış bir film. Armando Lao’nun senaryosu oldukça düz ama çok etkileyici bir hikâyeye kaynaklık ederken Mendoza’nın yönetmenlik becerisi bu hikâyeyi tam bir sinema dersi kıvamında ve çok çarpıcı bir sonuca dönüştürüyor. Başta oldukça uzun süren minibüs içindeki yolculuk bölümü olmak üzere çeşitli anları ile sinemada hareket bekleyenleri zorlayabilecek ama bir parça çaba ile içine girildiğinde kusursuza yakın keyfi ile seyredeni ödüllendirecek bir film.

Mendoza’nın filmi şehirden sokak görüntüleri ile başlarken yavaş yavaş karakterlerini tanıtmaya girişiyor. Ardından gece kulübünden kadının kaçırılması ve onu takip eden uzun bir yolculuk, hunharca işlenen bir cinayet ve geri dönüş sahneleri ile devam ediyor film. Bu şekilde okunduğunda çok düz görünen ve zaten böyle olması da amaçlanmış bir hikâyeyi Mendoza tam da hikâyeye yakışır bir tarzda basit görünen ama derdini seyircinin kaçınamayacağı bir netlikte anlatıyor. Filmin ilk bölümünde birkaç aylık çocuğu olan ve kız arkadaşı ile evlenmek üzere olan baş karakterimizin hayatını oldukça sıcak, sevimli ve hafif bir tarzda anlatıyor Mendoza. Bu sırada şehrin sokaklarından yansıttığı görüntüler el kamerası ile çekilmiş ve hem şehrin yoksulluğunu hem de insanların yaşam sevincini benzersiz bir şekilde getiriyor karşımıza. Tüm filmde olduğu gibi bu bölümde de filmin ses kurgusu hayli etkileyici ve adeta kendinizi sahnenin içinde hissetmenizi sağlıyor. Bu yumuşak sahnelerde bir an görüntüye gelen restoranda tabaktaki parayı aşırma anı bir şeylerin gösterildiği gibi olmadığını ve bizi tedirgin edecek bir takım gelişmelerin yaklaşmakta olduğunu ima etmesi ile hayli başarılı bir yaratıcılık örneği olarak dikkat çekiyor.

Hayli uzun süren minibüs içindeki yolculuk ise bir takım numaralara başvurmadan sinemada yaratılmış en başarılı tedirgin ve korkmuş karakteri getiriyor karşımıza. Coco Martin’in genç ve masum yüzünü başarı ile emrine verdiği karakterin önce tanığı sonra da parçası olduğu ve zalimce işlenen bir suçun yarattığı tedirginlik kadının kaçırılma anından itibaren filmin havasına egemen oluyor. Burada bir bireyin içine düştüğü ikilem (şiddetle ihtiyacı olduğu için karıştığı yasadışı işe bulaşmak veya artık eğer geri dönüş mümkün ise bu hayattan sıyrılmak) söz konusu ediliyor görünse de film çok daha toplumsal bir hikâye anlatıyor aslında. Paranın ve gücün hâkim olduğu tüm çağdaş kapitalist/liberal toplumlarda sıradan insanların nasıl kolayca yozlaşmanın bir parçası olabildiklerini ve tüm doğal içgüdülerine karşın nasıl şu ya da bu boyutta kötülüğe katkıda bulunabildiklerini vurgulayan filmin en büyük başarısı kahramanının kötülük karşısındaki tereddütünü hissettirdiği anlar. Mendoza özellikle otobüs terminalindeki sahnede kahramanımızın kaçmadığını mı yoksa kaçamadığını mı nerede ise belirsiz bırakıyor ve filminin “tereddüt ve tedirginlik” ile özetlenebilecek içeriğini net olarak ortaya koyuyor. Üstelik gencin tüm film boyunca üzerinde önünde kriminoloji yazan bir tişört ile dolaşmasının yarattığı çelişkiyi ve aslında bu çelişki üzerinden Mendoza’nın genel olarak toplumun tümünün yozlaştığını ve bu yozlaşmanın karşısında durması gereken güçlerin de onun bir parçası olduğunu vurucu bir şekilde göstermekten de çekinmiyor filmimiz. Mendoza kadına tecavüz edirken çetenin elemanlarının aileleri ve polislik mesleği üzerine olan sohbetlerini veya cinayetin ardından yapılan “mıntıka temizliği” sırasında cep telefonları hakkında konuşulmasını da yine işte toplumun genlerine sızmış kötücüllüğün nasıl da içselleştirildiğinin örneği olarak getiriyor karşımıza.

Nerede ise gerçek zamanlı anlatılan ve çoğunlukla el kamerası kullanılan film, başta Mendoza’nın yönetmenlik becerisi olmak üzere ve bu becerinin bir örneği olan tereddüt ve tedirginlik anları ile kesinlikle görülmesi gereken bir çalışma. Başlangıç bölümlerindeki aydınlığın yerini karanlık ve dijital görüntülere bıraktığı film yine aydınlık görüntülerle sona ererken her birimizin hayatındaki kötülük (ister faili ister umursamayan bir gözlemcisi olarak parçası olduğumuz) anlarına bir pencere açıyor ve onunla yüzleşmemizi istiyor sanki. Tam bir ana akım Amerikalı sinema eleştirmeni olan Roger Ebert’ın Cannes festivalinde gösterilen en kötü film olarak damgaladığı eserin, hem “bir şey olmayan” uzun sahneleri hem de kimi sert sahneleri ile belki seyri pek de kolay değil ama sinemasal değerinin çok yüksek olduğu açık Ebert’in yargısının aksine.

(“Butchered” – “Katliam”)

(Visited 226 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir