La Loi du Marché – Stéphane Brizé (2015)

la-loi-du-marche“Hayır, daireler çizip duruyormuşum gibi hissediyorum. Harekete geçmenin vakti artık”

On sekiz aydır işsiz olan bir adamın yeni bir iş arayışı ve ailesini geçindirme çabasının hikâyesi.

Yönetmen Stéphane Brizé ve oyuncu Vincent Lindon’u üçüncü kez bir araya getiren bir Fransız filmi. Brizé’nin Olivier Gorce ile birlikte yazdığı senaryo işçi sınıfının sıradan bir üyesinin sıradan yaşamı üzerinden filmin Fransızca adı ile piyasanın kanununu, İngilizce adı ile bir bireyin kapitalizmin egemen olduğu bir toplumda değerinin ne olduğunu anlatıyor bize. Sakin bir dil, sosyal gerçekçi diye tanımlanabilecek bir tür, zaman zaman belgesel doğallığı ve başroldeki Vincent Lindon’un mükemmel performansı ile bunu çarpıcı bir şekilde yapıyor film. Lindon o denli olağanüstü bir performans ile oynuyor ki filmin nerede ise tamamen onun üzerine kurulmuş olmasını asla yadırgamıyor ve çağdaş dünyada sistemin ezdiği bireylerin temsilcisi kabul edebileceğimiz bir karakteri ondan başkası canlandıramazdı diye düşünüyorsunuz.

Diğer ödüllerin yanısıra Cannes ve César’da da en iyi erkek oyuncu ödülünü almış bu filmdeki performansı ile Vincent Lindon. Yönetmen Brizé ile daha önceki iki işbirliğinde olduğu gibi (2009 yapımı “Mademoiselle Chambon” ve 2012 tarihli “Quelques Heures de Printemps”) yine muhteşem bir sadelik, elle tutulur bir gerçekçilikle adeta kendini oynuyor; aslında oynuyor kelimesinin yanlış tanımlayacağı bir performansı var sanatçının. Lindon yaşıyor karakterini ve kameranın yüzünden uzun süreler boyunca ayrılmadığı sahnelerde bir an bile kaybolmayan konsantrasyonu ile getiriyor onu önümüze. Bir belgesel çekiminde karakterleri nasıl olduğu gibi ve doğal ortamlarında yakalamaya çalışırsa bir yönetmen burada da Brizé öyle yaklaşmış Lindon’a ve ona adeta kendin ol demiş. Ortaya çıkan sonuç ise tek kelime ile dört dörtlük. Bir oyuncunun bu denli ekonomik oynayıp bu denli etkileyici olabilmesini görmeden anlamak mümkün değil açıkçası.

Daha ilk sahnede film tercihlerini seyircinin önüne koyuyor: Uzun planlar, doğallık ve Lindon’un yarattığı büyü ile sıradan insanları seyredeceğimizi anlıyoruz. Uzun süredir işsiz bir adam sessiz bir isyanı içinde yaşarken kendi doğruları ile bir çıkış yolu arıyor kendisi ve ailesi için. Başlardaki bir sahnede arkadaşlarının tüm işten çıkarılanlar olarak birlikte yasal haklarının peşine düşme önerisini artık bu mücadeleden yorulduğu gerekçesi ile ret ediyor ve sadece kendi çözümüne, iş arayışına odaklanmak istediğini söylüyor. Evet, bir kahraman değil bu karakter ya da en azından sinemanın bize dikte etmeye çalıştığı ölçüler içinde bir kahraman değil. İş yaşamının tuzakları, işçiyi sömürmek üzerine tasarlanmış kuralları, bireylerin kimliksizleştirildiği ve kişiliksizleştirildiği düzeni içinde bir yol bulmaya çalışan biri sadece o. Senaryo tüm bunları tek bir anında bile bir vurguya ihtiyaç duymadan anlatıyor bize; kendisini filme bırakan birinin sık sık içini acıtacak sahneleri tüm sadeliği ile karşımıza getirerek yapıyor bunu üstelik. Skype üzerinden yapılan bir iş görüşmesinde önceki işinden unvan ve ücret olarak daha alt seviyedeki bir işe razı olurken karşısındakinin birbiri ardından gelen “alçaltıcı” teklif ve sorularını sessiz bir itaat ile karşılırken aslında ne hissediyor olabileceğini düşünmeden edemiyorsunuz. Sonunda bulduğu işte (bir süpermarkette güvenlik görevlisi olarak hem müşterilerin hem çalışanların hırsızlığına karşı uyanık olması gerektiren bir iş bu) onun ve onun aracılığı ile bizim tanık olduklarımız ise oturup dünyanın hali üzerine uzun uzun dertlenmemizi gerektirecek düzeyde. İnsanların onurlarını rahatça kaybedildiği ama anlaşılan düzenin de zaten bunu doğal kıldığı hayatlarımız var diyor hikâye bize. Finalde kahramanımızın gösterdiği tepki elbette bireysel bir tepki olarak sistemin duvarlarını aşacak boyutta değil veya bırakın aşmayı o duvarları inşa edenlerin hissedeceği bir tepki bile değil. Ne başlardaki toplu tepki girişimi ne de sonraki bu bireysel tepki bir sonuç üretebilecek diyor film bize; evet, umutsuz belki ama gerçekçi de öte yandan. Yine de adamın bu son tepkisinin insan onuru için bir umut kaynağı olduğunu ve toptan bir umutsuzluğa kapılmamak için ne olursa olsun bir neden olduğunu da düşünmek mümkün.

Başta adamın karısını oynayan Karine de Mirbeck ve özürlü oğlu rolündeki -gerçek hayatta da özürlü olan- Matthieu Schaller olmak üzere filmin kadrosunun büyük kısmında ilk kez bir filmde rol alan isimler var. Yönetmen Brizé belgesele yakın dili ile bu kadrodan ustalıkla yararlanmış; üstelik çoğu uzun planlardan oluşan sahnelerde bunu başarması elbette hayli önemli. Bu başarıyı taçlandıran ise Lindon’ın profesyonelliğinin diğer oyuncuların amatörlüğü içinde asla sırıtmıyor olması. Onlar ne kadar gerçekse Lindon da o kadar gerçek. Marketteki hırsızlık olayları ile ilgili sahnelerden kredi için bankacı ile yapılan görüşmelere (ki bankadaki görüşmeler sistemin bireyi kendisine mahkum ederken onu tüm mahremiyeti ile birlikte nasıl nasıl parça parça ettiğini o denli sade bir güçle anlatıyor ki içiniz kıyılıyor gerçekten) ailenin sofrada yemek yerken yaptıkları sohbetten adamın eşi ile yaptığı dansa kadar gerçekçilikten hiç taviz vermeyen filmin başarısında oyuncularının bu doğallığının da büyük payı var kuşkusuz.

Popüler sinemanın içimize işlediği “şimdi bir şey olacak” duygusunu her anında boşa çıkaran filmin son anlarında ilk kez çalınan Anne Klotz imzalı müziği, çoğunlukla el kamerası kullanılmasının yarattığı tedirginlik duygusu, görüntü yönetmeni Eric Dumont’un Lindon’u birden fazla kişi ile beraber olduğu sahnelerde görüntünün hep en kenarına koyarak adeta onun yalnızlığını vurgulayan ve bir yandan dans sahnesindeki gibi canlı görünmeyi başarırken diğer yandan bir kıstırılmışlık duygusunu da hissettiren çerçeveleri ve Brizé’nin insan hikâyeleri anlatmaktaki sade ustalığı ile görülmesi gerekli bir film bu. Adamın eşinin yer aldığı onca sahneye rağmen bir parça silik kalması gibi bir kusuru olsa da Lindon’un bir eleştirmenin çok doğru bir ifade ile söylediği gibi “kalp kıran” performansı zaten kendi başına filmi görmek için gerekli nedeni tek başına yaratıyor.

(“The Measure of a Man” – “İnsanın Değeri”)

(Visited 68 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir