Lady in a Cage – Walter Grauman (1964)

“İstediğiniz her şeyi alın! İstediğiniz her şeyi alın! İnsanlık namına beni bu korkunç kafesten kurtarın! Lütfen beni bu kafesten kurtarın, lütfen!”

Elektriğin kesilmesi üzerine evinin içindeki asansörde mahsur kalan bir kadın, eve giren hırsızlar ve serserilerin hikâyesi.

Luther Davis’in yazdığı, Walter Grauman’ın yönettiği bir ABD yapımı. Ağırlıklı olarak televizyon dizilerinde ve filmlerinde çalışan Grauman’ın kariyerindeki toplam beş sinema filminden ikincisi olan bu yapım için ilk söylenmesi gereken farklı bir film olduğu. Olivia de Havilland gibi Oscar kazanmış ünlü bir yıldızın ve ikinci kez bir sinema filminde rol alma fırsatı bulan (ilk filmi olan “Irma la Douce – Sokak Kızı Irma”da çok küçük bir rolü vardı ve jenerikte adı geçmiyordu) James Caan’ın başrollerde yer aldığı çalışma bir B filmi havasında. Ayrıksı karakterlere yer vermesi ve cüretkâr davranmaktan çekinmemesi ile dikkat çekiyor ve dönemin filmlerinden farklı bir yerde duruyor kesinlikle. Kült bir film olma potansiyelini ise bir parça abartıya kaçması ve daha olgun bir senaryo ve yönetim ile üstesinden gelebileceği sorunlara sahip olması nedeni ile kaçıran bu film bugün pek bilinmeyen bir çalışma ama ilginçliği ile görülmeyi hak ediyor.

Filmi ilginç kılan hem hikâyesi ve bu hikâyeye yükleyebileceğiniz anlamlar hem de karakterleri. Kalçasını kırması nedeni ile bastonla yürüyen ve bu nedenle evinin iki katı arasında asansörle hareket etmek zorunda kalan zengin bir kadın ve oğlunu göstererek başlıyor film. Açılış sahnesinde oğlunun evi terk etmeye hazırlandığını ve içinde “daha fazla dayanamıyorum”, “kendimi öldüreceğim” gibi ifadeler olan bir mektup bıraktığını görüyoruz annesine. Bir erkek ve bir kadın arkadaşının yanına tatile gittiğini söylüyor annesine birkaç gün sonra dönmek üzere. Mektubu annesine “darling” gibi çok samimi ve daha çok sevgililer arasında kullanılan bir ifade yazarak bırakıyor ve birbirlerine yine bu kelime ile hitap ediyorlar. Bu sahnede ima edileni hikâye ilerledikçe daha net bir biçimde anlıyoruz: Adam eşcinsel ve annesinin üzerindeki tahakkümünden bunalmış durumda. Evde yalnız kalan ve henüz mektubu görmemiş olan kadın elektrikler kesilince asansörün içinde (filme adını veren kafes de bu asansör) asılı kalıyor havada ve evine giren önce ayyaş bir evsiz, sonra onun çağırdığı bir kadın fahişe ve ardından da üç serserinin hırsızlık, vandallık ve daha ötesine varan eylemlerinin tanığı ve kurbanı oluyor.

Seyirciyi şoka uğratmayı amaçlayan ve bunu gereğinden bir parça fazla belli eden bir film bu. Özellikle üç serseri hem çizilen tiplemeleri hem de eylemleri ile olması gerekenden ve hikâyeye zarar verecek ölçüde abartılı resmedilmişler. Şok yaratma amacına uygun düşüyor bu seçim ve gerçekten de rahatsız ediyor seyrederken ama “göz çıkarma” sahnesinde olduğu gibi durması gereken yerde durmama örnekleri filmin kalıcı bir etkileyiciliğe ulaşmasına engel oluyor. Bu üç serseri arasındaki ilişkide kadın ile çete lideri olan erkek arasındaki bir yoğun cinselliği ima ederken, yaşı onlardan küçük görünen ve uyuşturucu bağımlısı gibi hareket eden diğer erkeğin tavırları da ayrıksı bir durumu gösteriyor. Örneğin kadının içinde olduğu küvete girmeye davet edildiği sahnede bir heteroseksüel ima varken, çetenin lideri ile kadın banyoya kapandığında aynı genç adamın suratının asılması ve güçlü erkeğe yönelik küskün bakışı homoseksüel bir eğilimin iması sanki. Zengin kadının oğlunun da eşcinsel olduğunu düşününce, filmin dönemin Amerikan sinemasından epey farklı sularda yelken açtığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Görüntü yönetmeni Lee Garmes ve yönetmen Walter Grauman’ın görüntü seçimleri de çetenin eve girmesinden sonra özellikle James Caan üzerinden erotik sinyaller verip duruyor bize. Öyle ki alıştığımızın (ya da alıştırıldığımzın) aksine çetenin kadın üyesi değil, Caan oluyor filmin erotik objesi ve filmin “homoerotik” bir kategoride düşünülebilmesini mümkün kılıyor.

Caan’ın karakterinin “yıkıcı”lığı hikâyenin üzerinde durulması gereken bir diğer yönü ki senaryonun farklı okumalara açık olmasını da sağlıyor bu durum. Zengin kadının sadece evini ve sahip olduklarını talan etmiyor bu karakter, aynı zamanda onun bir “canavar” olduğunu da anlamasını sağlıyor ve böylece sadece maddi değil manevi anlamda da yıkıyor düzenini onun. Caan ile Havilland arasında geçen diyaloglardaki “benim vergilerimle geçinen”, “hayvan/insan” gibi ifadeler ikisinin ait oldukları farklı sınıfları gösteriyor ki hikâyeyi de bir sınıf çatışması alegorisi olarak görmeyi mümkün kılıyor bu durum. Çete dışında eve giren diğer iki karakterin de alt sınıflardan olması destekliyor bu okumayı. Ne var ki bu okuma filmi alt sınıfın haklı isyanı olarak görmemizi sağlamıyor; sağlamıyor çünkü bu alt sınıfın karakterleri hem çok vahşi olarak çizilmiş hem de birbirlerini yok etme telaşına kapılıyorlar asıl olarak. Dolayısı ile hikâyeyi sınıfsal bir açıdan okuyacaksak ancak şunu söyleyebiliriz: Hikâye üst sınıfın korkularını gösteren ve bu korkuların çok da haksız olmadığını ima eden bir çalışma temel olarak.

Caan, heybetli erkek güzelliğini ve cinsel gücünü sürekli ima eden görüntü çalışmasına uygun performansı ile göz doldururken yönetmenin amaçladığı vahşi sertliği de elle tutulur hale getiriyor. Olivia de Havilland ise filmin büyük kısmını kafes içinde korkarak, umut ederek, acı çekerek ve çoğunlukla dehşet içinde geçirirken zor bir rolün altından ustalıkla kalkmayı başarıyor. Kamera onun yüzünü sık sık yakın planda gösterirken, duygularını sürekli dışa vurması gereken bir rolde kolayca yapay ve komik olarak nitelenebilecek bir görünümden tecrübesi ile sıyrılmayı başarıyor. Jeff Corey ayyaş evsiz rolünde filmin genel havasına uygun, başarılı bir performans sunarken, evi birlikte soymak için çağırdığı kadın rolünde Ann Sothern abartılı oyunculuklara başvurmadan da ayrıksı bir performans sergilemenin mümkün olduğunu gösteriyor dikkat çeken oyunu ile.

Etkileyici açılış jeneriğinin hem kafesi hatırlatan çizgilerle hazırlanmış animasyonu hem de tanığı olacağımız şokları ve mizansen anlayışını göstermesi ile hayli başarılı olduğu filmin bu jenerikteki görüntülerinden biri olan sokağın ortasında ölü olarak yatan köpek bir sembol işlevi görüyor; çünkü hikâyenin takip eden bölümlerinde de kadının yardım çığlıkları hiç kimse tarafından duyulmuyor. Hatta kadının sokağa kaçabildiği sahnede bile sesi ve görüntüsü kalabalık caddenin trafik gürültüsü ve herkesin kendi dünyasında yaşayıp gidiyor olması yüzünden kimsenin dikkatini çekmiyor. Luther Davis’in senaryosu başka sembollere de başvuruyor: Örneğin zengin kadının evinde elektriğin kesilmesine neden olan kazaya yol açanlardan birinin oğlunun arabası olması adamın annesine olan öfkesinin sembolik bir uzantısı olarak görülmeli. Caan’ın karakterinin bir öfke anında asansöre (kafese) tırmanıp kadının yanına çıkması ve o sahnedeki bakışlar her ne kadar fiile geçmese de bir cinsel eylemi/saldırıyı işaret ediyor kesinlikle.

Paul Glass’ın gerilim dolu, etkileyici müziği ile zenginleşen filmde mizanseni, özellikle ilk yarıda sürekli olarak “bir şey olacak” hissini yaratacak şekilde inşa etmiş yönetmen Grauman. Kamera açıları hep bir tekinsizliği işaret ediyor bu bölümlerde ve daha sonra yerini fazlası ile doğrudan olan, bu açıdan bir parça kaba da görünen mizansene terk ediyor. Büyük şehir insanlarının korkularını ve diğerlerini umursamadıkları izole edilmiş hayatlarını (zengin kadın sesini kimseye duyurmadığı bir sahnede daha önce kendisinin de başkalarının alarm seslerine aldırış etmemesinden duyduğu pişmanlığı dile getiriyor) anlatan filmi bir parça daha oturaklı ve daha ince bir mizansen anlayışı daha etkileyici kılabilirmiş açıkçası ama yine de bu psikolojik, hafif erotik ve sert film görülmeyi hak ediyor, zamanında pek beğenilmemiş ve hatta kimi eleştirmenlerin sert yorumlarına yol açmış olsa da (örneğin New York Times’ta eleştirmen Bosley Crowther filmin kınanması gerektiğini yazarken, Los Angeles Times’ta oyuncu ve magazin yazarı Hedda Hopper filmin yakılması gerektiğini ifade etmiş).

Senaryosunda bazı boşluklar olan ve zaman mizanseni kabalaşan film kusurlarına rağmen ilgiyi hak ediyor. Olivia de Havilland’ın bir sahnede ifade ettiği türden (“Şehirler ve kasabalar kurduk ve vahşi ormanı yendiğimizi düşündük… ama o vahşi ormanı şehrin içinde inşa ettiğimizin farkında değildik”) “mesaj”ları da olan bir film bu ve kusurları ilginçliğine engel teşkil etmiyor.

(“Kafesteki Kadın”)

(Visited 513 times, 17 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir