Land of Plenty – Wim Wenders (2004)

“Ülkemizi yıkmaya çalışıyorlar. Bizi zehirlemeye çalışıyorlar. Buna göz yumamam. Buna izin vermeyeceğim”

ABD’deki 11 Eylül saldırılarının farklı yönlerde etkilediği iki insan, genç bir kadın ve dayısı üzerinden Amerikan rüyasını sorgulayan bir hikâye.

1970’li yıllarda çektiği “Der Amerikanische Freund – Amerikalı Arkadaş” ve “Hammett” gibi filmlerle başlayarak ABD ile hep ilgilenen bir yönetmendi Wim Wenders ve Cannes’daki Altın Palmiye dahil pek çok ödülün sahibi olan 1984 tarihli “Paris-Texas” ile de Amerikan toplumuna hem içeriden hem dışarıdan bakabilme becerisi gösteren sayılı sinemacılardan biri oldu. 2004 tarihli bu filmde ise Wenders, Michael Meredith ile birlikte yazdığı senaryosu aracılığı ile Amerikan rüyasını 11 Eylül saldırılarının etkilediği iki karakter üzerinden odağına alıyor. Michelle Williams ve John Diehl’in oyunları ve filme hikâyesi ile tatlı bir zıtlık katan canlı görüntü çalışması ile dikkat çeken çalışma, erkek karakterin paranoyasını hak ettiği kadar dramatik kılamaması ve kimi diyaloglarının zayıflığı nedeni ile tam bir başarı örneği olamıyor.

Hristiyan bir ABD’li olarak, idealist bir solcu olan annesi ile birlikte, işgal altındaki Filistin’de halka gönüllü yardım için çalışan genç kadının döndüğü ABD’de bulduğu ve 11 Eylül saldırısından sonra eksiksiz bir paranoyanın içine gömülmüş olan dayısı üzerinden anlatılan bir hikâye bu. Filmin belki de en başarılı olan sahnesinde, erkek saldırı günü yaşadığı dehşeti ve öfkeyi anlatırken, kadın o sırada bulunduğu Filistin’de halkın nasıl kutlama için sokağa döküldüğünü hatırlıyor ve adamın “ama neden” sorusuna “çünkü bizden nefret ediyorlar” diye cevap veriyor. Hikâye bu nefretin nedeni veya tarihçesi üzerinde durmuyor veya bir başka deyişle kurucuları göçmen olan (ve bu arada elbette geldikleri yerin asıl sahiplerini acımasızca yok eden göçmenler bunlar) bir devletin/ulusun nasıl bu denli yoğun bir öfkenin nesnesine dönüştüğünü irdelemiyor. Bunun yerine adamın zaman zaman ve ne yazık ki özellikle de inandırıcılık eksikliği taşıması nedeni ile hak ettiği kadar ciddiye alınması zor olan paranoyasına odaklanmayı tercih ediyor. Bu arada onca zengin görüntüsüne rağmen Kaliforniya’nın en çok evsiz barındıran eyaletlerden biri olması veya kökeni göçmen olan beyaz bireylerin yeni göçmenlere (beyaz olmayan veya filmdeki gibi Arap kökenli olanlara) nefret duyması gibi tespitler üzerinden Amerikan idealinin/rüyasının çöktüğünü de anlatmaya soyunuyor. Ne var ki anlattığı hikâye bu anlatmaya soyunduklarını taşıyacak bir güce sahip değil pek. Dolayısı ile hem adamın paranoyası bazen güldürüyor hem de öldürülen Arap adamın kardeşi karakteri epey naif duruyor örneğin.

Kusurlarına rağmen paranoyak adam karakteri üzerinden pek çok şey söylemeyi başarıyor yine de filmimiz. Vietnam’da savaşmış ve yaralanmış, orada maruz kaldığı ve ABD ordusu tarafından kullanılan “Agent Orange” adlı kimyasal silahın etkilerini üzerinde hâlâ taşıyan adamın kendi kendine edindiği bir misyonla kuşkulu gördüğü tüm Arapları takibe alması bize sıkı bir paranoyanın örneklerine tanıklık etme fırsatı sağlıyor. Kutu taşıyan her Arap, yol üzerinde sahipsiz duran her paket veya havaalanında yeterince güvenli bir yerde duruyor gibi görünmeyen her uçak onun için dehşetli bir kuşkunun kaynağı olabiliyor. Wenders bu kuşku üzerinden Amerikan toplumunda 11 Eylül saldırılarından sonra oluşan korkunun ve güvensizlik hissinin izlerini seyirciye geçirmeyi başarıyor kesinlikle. Şüphelenilen bir adamın kullandığı bir kağıt kırpma makinesindeki kağıt artıklarını tekrar birleştirmeye çalışmaya kadar uzanan bir güvensizlik bu anlatılan ve arabasının radyosundan sürekli sağ/muhafazakâr kanalları dinleyen adamın çıktığı bu “terörist” avının veya kaybedilen bir Vietnam savaşını “komünizmin yayılmasını durdurduk” diyerek başarılı gören bir fanatizmin Amerikan toplumundaki izlerini hissediyoruz sık sık.

Wenders’in kimi filmlerinde dolduğu gibi rock ağırlıklı sıkı bir soundtrack’i var filmin ve Leonard Cohen’den David Bowie’ye ve Travis’e kadar uzanan isimlerin başarılı şarkılarını -belki bir parça dozu fazla kaçmış şekilde- duyma şansı buluyoruz. Filme adını veren de kapanışta dinlediğimiz Cohen şarkısı. “Bolluk ülkesinde bir gün ışığın gerçekleri aydınlatmasını dileyen” şarkının bu hayalini hikâyesi ile ne kadar gerçekleştirdiği tartışmalı olsa da ilgi gösterilebilecek bir film karşımızdaki. Adam terörist peşinde koşarken ona yardımcı olan karakterin filme kattığı -ve aslında kendi içinde eğlenceli olan- hafif mizahın da bir örneği olduğu gibi kendisini gereği kadar ciddiye almaması filme bir parça zarar vermiş görünse de, diyalogları bazen fazla basit dursa da ve adam ile kadının hikâye boyunca birbirlerini tanıması –hadi klişe demeyelim ama- alışıldık safhalardan geçiyor olsa da yine de bu düşük bütçeli filmde Wenders rahatsız etmeyen bir duygusallık ile kalplere dokunmayı başarıyor çünkü. Venedik Festivali’nde aldığı Unesco ödülünün de göstergesi olduğu gibi naif bir hümanizme göz kırptığını da ekleyelim filmin son olarak.

(“Bolluk Ülkesi”)

(Visited 65 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir