Le Procès – Orson Welles (1962)

“Özür dilemenin hiçbir faydası yok, hele bir suç işlemediysen ve yine de kendini suçlu hissediyorsan. Babamın bana baktığını hatırlıyorum: Tam gözlerimin içine bakar ve “Söyle evlat” derdi. “Yine neler karıştırıyordun?” Hiç yaramazlık yapmadığım halde kendimi yine de suçlu hissederdim. O hissi bilir misin? Okulda öğretmen masasından bir şeyin kayıp olduğunu söylerdi. “Pekâlâ, hanginiz suçlu, söyleyin” derdi. Bendim tabii ki. Suçluluktan titrerdim. Neyin kayıp olduğunu bile bilmezdim halbuki. Belki de… evet, öyle olmalı. Tüm düşüncelerim masum değilse eğer yüzde yüz oranda… Bu herkes için söylenebilir mi? Ermişlerin bile günahkâr arzuları vardır”

Ne olduğunu bilmediği bir suçlama ile yargılanan genç bir adamın adalet mekanizması içindeki mücadelesinin hikâyesi.

Kafka’nın “Der Process – Dava” adlı romanından yapılan bir uyarlama. Orson Welles’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği film, bu dâhi sinemacının ABD’de çalışma olanağı bulamadığı için ikinci kez yerleştiği Avrupa’da Fransa, İtalya ve Almanya ortak yapımı olarak çekilmiş. Kapanış jeneriğine eşlik eden konuşması ile belirttiği gibi (“Bu filmi yazdım, yönettim ve oynadım. Benim adım Orson Welles”) Kafka kadar, Welles’in de damgasını vurduğu bir film bu. “Josef K.” karakterini Anthony Perkins’in oynadığı ve oyuncunun Kafka/Welles dünyasının karanlık atmosferinde yolunu bulmaya çalışan karakterini kendisine çok yakışan bir kırılgan tedirginlikle oynadığı film, bu yıl hayatını kaybeden Fransız görüntü yönetmeni Edmond Richard ve Welles’in görsel dünyası ile büyülüyor seyredeni. Bireyi ezen bir adalet bürokrasinin yanısıra suç ve suçluluk kavramlarını da karşımıza getiren film Welles’in de aralarında olduğu zengin oyuncu kadrosu ile de ilgiyi kesinlikle hak eden önemli bir çalışma. Kafka’nın 1914 – 15 arasında yazdığı ve ilk yayımlanma tarihi 1925 olan romanı filmin çekildiği yıllara (1960’lara) taşıyan bu sinema eseri kimi eleştirmenler tarafından biçimsel çalışmanın Kafka’nın içeriğinin önüne geçmesi ile eleştirilse de Welles’in bu çalışması her sinemaseverin en az bir kez görmesi gereken filmlerden biri.

Kafka’nın romanı Welles’ten sonra iki kez daha hayat bulmuş sinema perdesinde. 1993’te David Hugh Jones bir Birleşik Krallık yapımı olarak ve 2018’de de John Williams günümüze taşıyarak bir Japon yapımı olarak sinemaya aktarmış bu ölümsüz edebiyat eserini. Radyo ve tiyatro uyarlamaları da olan romanın çaresizce adaleti bulmaya çalışan baş karakteri günümüzde de güncelliğini taşıyor kuşkusuz, hele de bizimki gibi insanlığın en temel kavramlarından biri olan adaletin her geçen gün daha da yozlaştığı ve güçlü olana göre ve onun tarafından biçimlendirildiği ülkelerde. Film “pin-screen” denen bir yöntemle, Alexander Alexeieff ve eşi de olan Claire Parker tarafından tasarlanan bir animasyonla açılıyor. “Adalet”e giden bir kapıdan geçmesi bir muhafız tarafından engelenen ve yıllarca beklediği kapı önündeki son günlerinde bu muhafız tarafından bu kapının yüzüne kapatıldığına tanık olan bir adamın hikâyesini animasyona eşlik eden Welles’in sesinden dinliyoruz bu bölümde. Animasyonun ardından, K’yi ne olduğunu söylemedikleri bir suç nedeni ile tutuklamaya gelen polislerin odasına girerek onu uyandırması ile devam ediyor film. Hikâyenin tümünde de sık sık tanığı olacağımız üzere bol konuşmalı bu açılış sahnesinin önemli bir bölümünü tek bir çekimle oluşturan Welles, adeta “Acep ne imiş günahım bilmezem” (Pir Sultan Abdal) diyen adamın kara komedisini etkileyici bir görsellikle anlatıyor bize. Bu etkileyiciliği rahatlıkla unutulmaz kelimesi ile ifade edebileceğimiz pek çok ânı var filmin. Örneğin tahta çitlerle çevrili bir koridorda dehşet içinde koşarak, kendisini kovalayan küçük kızlardan kaçan Perkins’in yüzünün çiti oluşturan tahtalar arasından sızan ışıkla bir aydınlanıp bir karardığı bölüm veya Welles’in başrollerden birini oynadığı Carol Reed’in 1949 tarihli “The Third Man – Üçüncü Adam” filmindeki tünel sahnesinin ve oradaki gölgenin tekrarlandığı bölüm bu unutulmaz anların sadece iki örneği.

Hırvatistan, Fransa ve İtalya’da çekilen filmde mekanlar ve setler hayli özenle seçilmiş ve kullanılmış. Çekimler yapıldığı sırada müzeye dönüştürülmek üzere kapatılmış olan tren garı (Gare d’Orsay) bu etkileyici mekanlardan biri. K’nin çalıştığı ofis olarak kullanılan bu istasyon devasa boyutları ile ve örneğin yüzlerce daktilografın çalışırken görüntülendiği bölümlerdeki göz kamaştıran kullanımı ile filmin görsel düzeyini oldukça yükseklere taşıyor. Bu “büyük”lük karşısında bireyin (hikâyemizde K’nin) “küçük”lüğünü görsel olarak sürekli vurgulamış Welles. Örneğin K’nin yaşadığı apartman hem yatay hem dikey boyutu ile insanı ezen bir dev görünümünü taşıyor. Tiyatrodaki sahnenin açılışında da sahneden locaların olduğu yeri görüntüleyen kamera yukarıya, kendisinden hayli büyük bir nesneye bakan insanın gözü gibi konumlandırılmış. Welles ve görüntü yönetmeni Edmond Richard’ın alan derinliğini hemen her zaman geniş (ve hatta sonsuz) tutma tercihleri de bu durumu destekliyor. İkilinin farklı ve şaşırtan kamera açıları da, sergilediği görüntünün içeriği ile uyumlu olması ve onu zenginleştirmesi nedeni ile benzer bir övgüyü hak ediyor. Özellikle ofiste geçen sahnelerde kalabalık figüran kadrosunu da etkileyici bir biçimde kullanmış film ve tüm set tasarımları ile de müthiş bir etkileyicilik yakalamış. Welles’ın canlandırdığı avukatın evinin (yerlere saçılmış binlerce dosya, evrak vs.) bir örneği olduğu tasarımlar merdivenler, konstrüksiyonlar ve koridorları ile göz dolduruyor ve filme olağanüstü bir katkı sağlıyor. Bu siyah-beyaz filmde gölgeler de (duvarlara, bazen de yola yansıyan) benzer bir ustalıkla kullanılmış.

K’yi canlandıran Anthony Perkins’in oyunculuğu zaman zaman bir parça dışavurumcu (ve abartılı) gibi görünse de, oyuncu karakterine kendi kırılganlığını çok iyi geçiriyor ve onun gittikçe çöken ruh halini etkileyici bir biçimde sergiliyor. Hemen her karesinde görünüyor filmin ve düşsel (elbette burada bir karabasandan söz ediyoruz) ve tedirgin bir atmosferi olan hikâyenin kara komedi yapısını ustaca destekliyor. Welles “pek çok davaya girmiş olan ve üstelik bunların birkaçını da kazanmış olan” avukat rolünde çok iyi bir performans sergiliyor ve karakteri üzerinden adaletin ulaşılmazlığını yüzüne çarpıyor K’nin etkileyici bir şekilde. Onun bir başka müvekkili olan Bloch rolündeki Akim Tamiroff’un da başarılı oyunculuğu ile dikkat çektiği (özellikle avukatın elini öpmesi ile sonuçlanan sahnede) filmde Avrupa sinemasının üç kadın yıldızı da rol almış. Jeanne Moreau K’nin komşusu rolünde, Elsa Martinelli mahkeme görevlisinin eşi rolünde, Romy Schneider ise avukatın sekreteri/sevgilisi/hemşerisi rolünde sadece varlıkları ile değil, karakterlerine kattıkları derinlik ile de filme önemli bir katkı sağlıyorlar.

Yahudi olan K’nin sonunu, daha doğrusu bu sonun oluş şeklini Yahudi Soykırımı’nın henüz yeni gerçekleşmiş olmasının hassasiyeti ile değiştirmiş Welles ama açıkçası filmin sertliğini bir parça azaltmış bu tercihi ile ve kara komedisini artırmış. Oysa romandaki son daha uygun olurmuş hikâyenin tümü dikkate alındığında. Jean Ledrut’on orijinal müziklerinin yanısıra Albinoni’nin Sol Minör Adagio’sunun da aralarında olduğu eserlerinin kullanıldığı film görülmesi gerekli bir sinema klasiği. Açılan her kapının aslında -adalete ulaşma çabasının yüzüne- kapatılan bir kapı olduğu film Perkins’in vücut dilinde çok çarpıcı bir karşılığı olan tedirginlik duygusunun müthiş bir resmini çizerek sinema tarihindeki yeri alıyor kuşkusuz.

(“The Trial” – “Dava”)

(Visited 257 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir