Les Innocentes – Anne Fontaine (2016)

“Ne kadar dua etsem de teselli bulamıyorum. Her gün yeniden hatırlıyorum, her gün kokuları burnuma geliyor. Üç kere geri geldiler. Her seferinde onlar… Bizi öldürmeliydiler. Öldürmemeleri bir mucize”

İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Polonya’daki Alman kamplarından kurtulan Fransızlara yardım etmek için Fransız Kızılhaç örgütünde çalışan bir kadın doktorun bölgedeki bir manastırdaki hamile rahibelere yardım etmesinin hikâyesi.

Filmdeki doktor karakterinin esinlendiği Fransız doktor Madeleine Pauliac’ın yeğeni olan Philippe Maynial’ın oluşturduğu fikirden yola çıkarak senaryosunu Sabrina B. Karine, Pascal Bonitzer, Anne Fontaine ve Alice Vial’ın yazdığı ve Fontaine’in yönettiği bir Fransa – Polonya ortak yapımı. César ödüllerine dört dalda (film, yönetmen, orijinal senaryo ve görüntü) aday olan film savaşın hemen ardından yaşanan ve yine savaşın neden olduğu trajedilere odaklanan bir çalışma. Savaşın, neden olduğu travmalar aracılığı ile aslında hep sürdüğünü, dolayısı ile aslında hiç bitmediğini gösteren film inanç kavramının iki zıt tarafında duran kadınları odağına alarak bir “kadın hikâyesi” anlatıyor bize ve dayanışmanın güzelliğini hatırlatıyor. Caroline Champetier’in hikâyeye çok iyi uyan “soğuk” görüntülerinin önemli bir katkı sağladığı film annelik, dinsel inançların gidebileceği noktalar ve “erkeklerin dünyasında kadınların yeri” gibi temaları da bünyesine alarak ilgiyi hak ediyor. Fontaine’in yönetmen olarak kendisini çok öne çıkarmadan etkileyici bir çalışma çıkardığı film, daha vurucu olabilirmiş açıkçası ama bu hâli ile de görülmesi gereken bir eser bu.

1945 yılının Aralık ayında geçiyor film. Savaş sona ermiş ve Polonya’da görev yapan Fransız Kızılhaç ekibindeki doktor kendisinden yardım isteyen bir rahibenin ısrarı üzerine bir manastıra gidiyor. Hem gördüğü manzara kendisini şaşırtıyor hem de manastıra amirlerinden izin almadan ve Sovyet askerlerinin taciz ve tehditlerine rağmen gittiği için kendisini de tehlikeye atıyor. Savaşın ardından dünyayı paylaşan güçlerden Sovyetler’in payına düşmüş Polonya’da Sovyet askerleri manastırın bulunduğu bölgedeki kadınlara tecavüz etmişler ve doktorun gördüğü hamile rahibeler resminin de nedeni bu. Manastırın başrahibesi olanları gizli tutmak ve kurumunu -ülkenin geleceğinden de ayrıca endişelenerek- korumak istiyor ama açılış sahnesinde bir ayin sesine eşlik eden kadın çığlıklarının da hatırlattığı gibi pek kolay değil bu.

Hikâye birkaç farklı tema üzerinden ilerliyor: Öncelikle din (ve inanç) konusu var ortaya çıkan. Doktorun atesit ve komünist (ve ona aşık bir başka doktorun yahudi) olması, bakirelik yemini etmiş olan rahibelerin tecavüze uğramaları, doktorun ihtiyacı olan herkese yardım etme yemini, bedenlerine yabancı bir elin değmesinden dehşete kapılan kadınların şimdi hamilelik süreçleri boyunca bu temaslardan uzak kalamayacak olmaları (“Muayene ederken Tanrı’yı bir kenara bırakamaz mıyız?” diye soruyor doktor bir sahnede), yaşanan kötülükler karşısında inançlarını sorgulayanlar gibi hususlar inanç kavramını hikâyenin odak noktasında tutuyor sürekli olarak. Başrahibenin doğan bir bebekle ilgili kararı dinsel inançların kişiyi götürebileceği noktayı bize gösterirken, film din karşıtı bir söylemin peşine düşmüyor pek. Daha çok kayıtsız bir itaatle itiraz etmeyi ve kişinin iradesini kullanmasını yan yana koyarak seyirce bırakıyor kararı. Cinselliği tamamen dışlayan bir hayat sürenlerle bu konuda bireysel özgürlüğünü yaşayan kadının zorunlu olarak bir araya gelmesi ve kadın doktorun hikâyedeki ana karakter olması annelik, doğum gibi ögelerle birlikte bir kadın hikâyesi yapıyor filmi aynı zamanda.

Hikâyenin temaları hayli geniş ve her biri de önemli ve belki tam da bu nedenle filmin her anında yeterince derinleşemediğini görüyorsunuz. Örneğin tecavüzün sonucu olan bir çocuğu sahiplenmek veya kadın dayanışması hem içerik hem görsel olarak bir parça daha etkileyici olabilecek bir potansiyele sahipmiş ama üzerinde yeterince durulmuyor bunların. Bu -belki çok da önemsiz olmayan- kusuru bir yana bırakılıp izlenmesi gereken bir çalışma bu yine de. Kadın yüzlerine odaklanan tüm o yakın plan çekimlerin özellikle vurguladığı etkileyici bir görsel havası var filmin. Rahibelerin yer aldığı sahnelerde klasik resmin havasını yansıtan ve özellikle yüzlerde yakaladığı hava ile Caravaggio’yu çağrıştıran bir yan var ki filme görsel açıdan müthiş bir zenginlik katıyor. Grégoire Hetzel’in müziğinin de sağladığı destek ile hikâye özellikle bu anlarda hayli üst bir düzeye çıkıyor. Yönetmen Fontaine’in hikâyeye neredeyse hiç müdahale etmemiş gibi görünen ama varlığını hissettirmeden ciddi bir katkı sağladığı mizanseninin övgüyü hak ettiği filmde erkek doktor karakterinin hikâyenin odağını dağıtması problemini de yönetmenin becerisi çoğunlukla çözüyor. Fontaine’in müdahale etmekten çok gözleyen bir tavrır alması ve hikâyenin düz görünen bir şekilde akmasına izin vermesi belki bir kolaycılık gibi durabilir ama açıkçası onun bu tercihi filme yalın ve gerçekçi bir hava kazandırırken sonucu da etkileyici kılmış.

Caroline Champetier’in mavinin soğukluğunun ağır bastığı görüntülerinin güzelleştirdiği filmin bir diğer adı “Agnus Dei”; Tanrı’nın cemaati günahlardan koruması ve onlara merhamet ve huzur bağışlamasını dileyen bu ilahide dile getirilenlerin mümkün olup olmadığı konusunda iyimser bir bakışı olan film, bunun için de dayanışmayı işaret ediyor bize. Bu iyimser yanına rağmen, hikâyenin hayli karanlık bir tarafı olduğunu da hatırlatalım son olarak.

(“Agnus Dei” – “The Innocents” – “Masumlar”)

(Visited 234 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir