Live by Night – Ben Affleck (2016)

“Anlamıştım ki kuralları çiğnemek yeterli değildi; kendi kurallarını koyacak kadar güçlü olmak gerekiyordu”

İçki yasağının devam ettiği 1920’lerin ABD’sinde bir gangsterin güç ve intikam hikâyesi.

Ben Affleck’in senaryosunu yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı bir ABD yapımı. Amerikalı yazar ve senarist Dennis Lehane’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, Affleck’in üstlendiği üç rolde de ciddi biçimde aksadığı ve hedefinin her anlamda epey gerisine düşen bir çalışma. Romanları daha önce “Mystic River – Gizemli Nehir” ve “Shutter Island – Zindan Adası” gibi gibi hem gişede başarılı olmuş hem de genellikle beğenilmiş filmlere kaynaklık eden Lehane’ın 2013 yılında Edgar Allan Poe ödülünü alan romanından yapılan bu uyarlama ise pek de parlak bir sonuç vermemiş. Filmin yaklaşık üç saatlik süresinin ticarî nedenlerle kısaltılarak 130 dakikaya indirilmiş olmasının da etkisi ile film, hikâyesini yüzeysel bir biçimde anlatırken, hedeflediği epik havanın çok uzağında kalıyor. Affleck’in başrolde pek de parlak bir oyun vermediği filmin en, belki de tek kayda değer yanı bir dönem filmi olarak kostüm ve setlerinde gösterdiği başarı. Eğer bu yeterli değil diyorsanız, görmenin vakit kaybı olarak değerlendirilebileceği bir film bu.

ABD ve Kanada’da aynı anda 2.822 salonda gösterime giren film üçüncü haftasında sadece 163 salonda gösteriliyormuş. Bu hızlı düşüşün temel nedeni filmin “epik bir aksiyon” havasına sahipmiş gibi hareket edip, bunun gereklerinin hemen hiçbirini yerine getirememiş olması. Affleck’in senaryosu çok şey anlatıyor (daha doğrusu anlatmaya soyunuyor) ama hiçbirini yeterince derinleştiremiyor; böyle olunca da epik olmanın temel koşullarından biri olan güçlü ve trajik/vurucu bir hikâye kalmıyor ortada. Epik bir hikâye epik bir kahraman gerektirir; ama ne senaryo ve zayıf diyaloglar ne de Affleck’in hayli donuk oyunculuğu böyle bir karakterin ortaya çıkmasına olanak tanıyor. Geriye sadece set tasarımları kalıyor ki filmin de sınıfı geçtiği tek nokta burası.

Sinemada dış ses kullanımı, karakterlerden birinin hikâyeyi anlatması vs. zaman zaman başvurulan ve doğru kullanıldığında hayli etkili de olabilen bir yöntem. Örneğin Billy Wilder’ın “Sunset Boulevard – Sunset Bulvarı”nda William Holden’ın canlandırdığı ve filmin başında cesedini bir havuzda gördüğümüz karakter anlatır olan biteni bize; hikâyeyi bir ölünün ağzından dinleriz! Terrence Malick’in “The Thin Red Line – İnce Kırmızı Hat”ında dış ses kullanımı filme hüzünlü ve lirik bir hava katar. Burada ise Affleck’in karakterinin anlattıkları hayli gereksiz görünüyor ve hikâyenin yüzeyselliğini de örtmüyor. Ne olan bitenler ne de karakterler hakkında elzem bir şeyler söylüyor bize anlatıcı ve böyle olunca da sadece dikkat dağıtıyor nerede ise.

1917’de Fransa’nın yanında Almanlara karşı savaşan, insanların boşu boşuna ölmesine tanık olan, “asker olarak ayrıldığı evine haydut olarak dönen” ve “bir daha kimsenin emri altına girmemeye” yemin eden İrlanda kökenli genç adam savaştan sonra geldiği ve İrlanda mafyası ile İtalya mafyasının ele geçirmek için savaştığı Boston’da bunlardan ilkinin parçası olur. Sonuç ise, -istese de istemese de- planladığının aksine ve tıpkı savaştayken olduğu gibi kendisini anlamsız ölümlerin içinde bulması ve işini yaparken de mafya patronundan emir almasıdır. Affleck’in senaryosunun bu baş karakterin resmini çizerken -bu gelişmenin de gösterdiği gibi- kafası karışmış biraz. Karakterini doğrudan ve tamamı ile ne iyi ne de kötü göstermemesi anlaşılabilir (ve doğru da bu) ama seyircinin bu epik gösterilmeye çalışılmış kahraman için ne hissedeceğine Affleck de karar verememiş anlaşılan. Eline kan bulaşan gansgter için romantikliği ve vicdanlı olması(!) üzerinden düzülen güzellleme veya finaldeki hayli zorlama ve kötü çekilmiş veda ve fedakârlık sahnesinin de örnekleri olduğu gibi ne yapacağını bilememiş bu karakterle Affleck.

Ku Klux Klan’dan İtalya ve İrlanda mafyalarına içki yasağından kumara ve fanatik vaizlere pek çok şey anlatan, “güzel kartpostal görüntülerini unutmayalım” diyerek filme eklenmiş kızıl – pembe gün batımı görüntülerine sahip, polisin ve yargının yozlaşması da dahil olmak üzere defalarca gördüğümüz unsurları hiçbir yenilik katmadan sergileyen, imkânsız bir tesadüfün (eski sevgilinin fotoğrafı!) karşımıza arsızca koyulabildiği ve açıkçası kahramanının akıbetini hiç merak ettirmeyen bu filmin finali bir “huzur” görüntüsü ile bitiyor ama o huzurun seyirci açısından tek kaynağı filmin bitmiş olması olabilir. “Geceleri yaşayanlar (ya da yaşananlar)” ile ilgili bir suç filmi görmek istiyorsanız, bunun gibi zayıf çalışmaları değil de Raoul Walsh’ın 1940 tarihli “They Drive by Night”, Nicholas Ray’in 1948 yapımı “They Live by Night” veya Arthur B. Woods’un 1938 tarihli “They Drive by Night” gibi klasiklerin peşine düşün. Filmin bir konuda hakkını yemeyelim ama: Zayıf örneklerinden biri olsa da, bu film ABD’nin temelinin suçlarla atıldığını hatırlatan filmlerden biri en azından.

(“Gecenin Kanunu”)

(Visited 85 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir