L’uomo Che Verrà – Giorgio Diritti (2009)

“Alman askerleri bazen bir şeyler satın almak için buraya geliyorlar. Evlerinde çocukları ile olmak varken, neden burada olduklarını anlamıyorum. Onların da çocukları vardır herhalde”

1943 yılında Naziler’in İtalya’nın Bologna şehrinin kırsal bir bölgesinde gerçekleştirdikleri sivil katliamının hikâyesi.

Dünya tarihine olayların yaşandığı yerin adı ile, Marzabotto katliamı olarak geçen trajik olayın öncesini ve katliamı konu alan bu İtalyan yapımı filmi Giorgio Diritti yönetmiş. Gerçekten yaşanan çok trajik bir olayı, bir insanlık suçunu soğukkanlı bir anlatımla sergileyen film çoğunlukla sakin ve yavaş yavaş dram boyutunu artıran bir üslup benimsemiş ve birkaç sahne dışında bu üslubundan taviz vermemiş görünüyor. Hikâyenin belki de en büyük başarısı köylülerin günlük hayatını belgesel kıvamında ve gözlemci bir tavırla karşımıza getirerek, faşizmin ve zalimliğin, ama daha da önemlisi savaşın, insan öldürmenin bu yasal olanının nasıl insanlık dışı bir olgu olduğunun altını ustaca çizebilmesi. Bir parça geç açılması ve zaman zaman bütünsel ve tutarlı bir anlatımı toparlamada sıkıntı yaşamak gibi bir problemi olsa da, kesinlikle görülmeyi hak eden bir çalışma bu.

Kimi kaynaklar sayının daha yüksek olduğunu belirtse de, 770 sivilin öldürüldüğü kabul edilen bir katliam Marzabotto’da yaşananlar. Öldürülenlerin kırk beşinin 2 yaşından, yüz onunun 10 yaşından küçük olduğu ve aralarında beş rahibin ve altmış yaşından büyüklerin de bulunduğu sivillerin katledildiği bu olayda, Alman askerler kısacası erkek, kadın ve çocuk ayırt etmeden herkesi gözlerini kırpmadan yok etmişler. Katliamın “gerekçesi” ise bu sivillerin İtalyan faşist rejimine ve Almanlar’a karşı savaşan direnişçilere yardım ettiklerinden kuşkulanmaları. Hikâye bu kuşkunun doğruluğunun kimi kanıtlarını (köylülerin yaralı direnişçileri tedavi etmesi, onları saklaması vs.) sunuyor bize ama bir başka şeyin daha altını çiziyor: Başlatmadıkları, korktukları bir savaşın iki düşman tarafı arasında sıkışıp kalmışlık duygusu ile yaşıyor bu insanlar. Yönetmen Diritti, oldukça takdir edilesi bir sahnede komünist direnişçilerin daha önceki bir sahnede sevimliliği ile gösterilen bir Alman askerini mezarını da kendisine kazdırarak nasıl soğukkanlılıkla öldürdüğünü göstermekten çekinmiyor. Elbette bu sahne kesinlikle bir dengeleme unsuru olarak kullanılmıyor; filmin derdi savaşın içine aldığı herkesi nasıl bir ölüm makinasına dönüştürebileceğini göstermek olsa gerek.

Hikâye onun gözünden anlatılmasa da temel olarak bir küçük kız etrafında dönüyor. Yeni doğan kardeşinin onun kucağındayken ölmesinden sonra geçirdiği travma sonucu artık hiç konuşmayan ve yine hamile olan annesinin doğum yapmasını bekleyen kızın filmin sonlarındaki bir parça abartılmış olsa da “kahramanlık” çabalarını anlamlandırıyor bu geçmişi. İşte bu kızın, ailesinin ve etraftaki diğer insanların yüz yıllardır değişmeden sürüp gidiyor gibi görünen hayatlarına dışarıdan gelen “müdahalenin” korkunç etkisini anlatmaya soyunmuş filmimiz. Hikâye bunu yaparken ise, çok da sıkı bir giriş yapmıyor konusuna. İlk bölümlerde özellikle karakterler arasındaki ilişkiyi anlamak ve/veya hikâyedeki konumlarını çözmek pek kolay olmuyor. Filmin özellikle tercih edilmiş görünen “hikâyeyi yavaş yavaş açma ve sondaki trajediye seyirciyi hazırlama” yaklaşımı temel olarak doğru olmakla ve işe yaramış görünmekle birlikte, bu ilk bölümlerin bir parça ortalama bir havada gittiğini söylemek gerekiyor. Hikâye sonradan açılıyor ve çok doğru bir seçimle, dehşet duygusunu rahatça uyandırabilecek olayları “sorumlu” bir yaklaşımla ve sömürmeden gösteriyor bizlere. Öyle ki “ağlayan bir çocuk, bir silah sesi ve sessizlik” ile özetlenebilecek bir sahne örneğin, en az ne olduğunu doğrudan gösterecek bir sahne kadar etkili olabiliyor seyirci için.

Savaş sürüyor ama hayat da sürüyor; bir ilk aşk heyecanı, doğacak bir çocuğun heyecanı, zorluklara karşı sığınılan Tanrı… Hikâye savaşın aslında sadece bireyi değil, onunla birlikte tüm bunları da nasıl yok ettiğini gösteriyor bize. Filmin yaratıcılarını gerçekten yaşanmış bir katliamı bize anlatırken, işte bunu da ve üstelik herhangi bir zorlama hissi yaratmadan aktarabildikleri için takdir etmek gerekiyor. Bunu yaparken hikâyenin geçtiği kırsal bölgenin güzelliğinden de destek alıyor, yok edilen güzellikleri gösterirken bize. Roberto Cimatti’nin kamerası olan bitene tanık olmamızı sağlarken bir başka şeyi daha ustaca başarıyor: Kimi kısacık anları adeta bir tablo güzelliği içinde sergiliyor. Buradaki tablo ifadesini yapay bir kartpostal güzelliğini değil orada yaşayan ve kıyıma kurban olan halkın hayatının doğallığının güzelliğini anlatmak için kullanıyorum. Ölen bir genç direnişçinin yattığı yatağın etrafında oturanlar, anne ve kızının ateş böceklerini seyretmesi, küçük kızın müthiş bir yeşillik içinde yeni kıyafeti ile bir gelin gibi yürümesi bu tablo anlarının birkaçı sadece. Ve tüm bunlara eşlik eden, Marco Biscarini ve Daniele Furlati imzalı müzik: Hikâyeye çok yakışan bir müzik çalışması bu ve öte yandan kimi dramatik anlarda filmin diğer hiçbir öğesinin (mizansen, kurgu, oyunculuk vs.) yapmadığı bir şeyi yaparak dramı artırmaya hizmet ediyor. Filmin tümü ile bir bakıma çelişiyor bu durum aslında ama hem özellikle çocuk korosunun olduğu bölümlerin tüyler ürperten güzelliği hem de filmin aslında arada ihtiyacı da varmış görünen bir güçlü duyguyu yaratmaya katkısı nedeni ile doğru bir seçim gibi görünüyor bu müzik.

Gerçek bir olayı kurgusal karakterlerle anlatan ve özellikle İtalyanlar, ama aslında tüm insanlık için trajik olan hikâyeye hak ettiği saygı ile yaklaşan Giorgio Diritti’nin filminin yukarıda sıraladıklarım dışında birkaç kusuru daha var. Öncelikle, hikâye özellikle ilk yarısında bir akış sıkıntısı yaşıyor ve zaman zaman iyi toparlanamamış gibi görünüyor. Buna bir de katliamın hemen öncesindeki sahnelerde Alman askerlerin, filmin ilk yarısı ile çelişen ve gereksiz bir şekilde, halka karşı kimi uygunsuz davranışları yaparken sergilenmelerini eklemek gerek. Tarihsel olarak gerçek olabilir bu, ama filmin ruhuna aykırı düşmüş bu sahneler. Profesyonel ve amatör oyuncuların uyumunun iyi göründüğü filmin yönetmeni Diritti’nin, kariyerinin başlarında usta İtalyan sinemacı Ermanno Olmi ile çalışmışlığının izlerini de gözlemci ve sakin tavrı ile sergilediği film, baş karakteri küçük kız gibi tanık oldukları karşısında konuşma yeteneğini (belki daha doğru bir deyişle, arzusunu) kaybeden insanoğlunun dramına tanık olmak isteyenler için özellikle önemli.

(“The Man Who will Come”)

(Visited 121 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir