Manchester by the Sea – Kenneth Lonergan (2016)

“Korkunç bir hata yaptın, dün gece hata yapan milyonlarca başka insan gibi”

Kendi korkunç travmasıyla yaşamaya çalışan bir adamın, kardeşinin ölümü üzerine ilgilenmek zorunda kaldığı yeğeni ile olan ilişkisinin hikâyesi.

Kenneth Lonergan’ın daha önceki iki yönetmenlik çalışmasında (2000 tarihli “You Can Count on Me” ve 2011 yapımı “Margaret”) olduğu gibi senaryosunu da üstlendiği bir ABD yapımı. Orijinal senaryosu ve başroldeki Casey Affleck ile kazandığı 2 Oscar ödülünün yanısıra bu ödüle aralarında En İyi Film’in de olduğu dört dalda da aday gösterilen film daha başka pek çok ödülün de sahibi olmuştu. Soğuk ve depresif görünümlü bir genç adamın bu hâlinin arkasındaki travmayı hikâyesi ilerledikçe açan film, insanın yaptığı hatalar ve onlarla yüzleş(eme)mesi üzerine kurmuş konusunu. Kendi travması ile başa çıkamayan bir adamın bir başkasının sorumluluğunu alıp al(a)mayacağı sorusu ile karşı karşıya bırakıyor seyircisini bu film. Affleck’in çarpıcı performansının sağladığı önemli katkı ile çoğunlukla sükûnetini koruyarak anlatıyor hikâyesini ve duygusal patlamalara hayli müsait olan konusunda bu patlamaların tuzağından ustalıkla sıyrılıyor çoğunlukla. Gerçekçi finali ile de popüler sinemanın kalıplarından farklı bir yerde durmayı seçen film izlenmesi gereken bir çalışma kesinlikle.

Zaman zaman geriye dönüşlerle anlatıyor hikâyesini Lonergan ve her bir geriye dönüş ile de kahramanını daha iyi tanımamızı ve anlamamızı sağlıyor. Herkese kaba ve soğuk davranan, selam vermekten bile çekinen bir adam ve iki farklı ve güçlü sahnede gördüğümüz gibi adeta kendi kendini de cezalandırıyor sürekli olarak. Bu sahnelerin her ikisi de bir barda geçiyor ve tek başına içki içen genç adam kendisi ile ilgilenen kadınlara hiç yüz vermezken, kendisini dövmeleri için adeta kışkırtıyor etrafındakileri. Bu derin mutsuzluğun nedenini seyirci olarak öğrendiğimizde, adamın hareketlerini yargılamaktan çok kendi yaptığımız hataları, özellikle de bedelini başkalarının ödediklerini düşünmemizi sağlıyor film. Belki de filmin başarılarından biri ille de (ya da mutlak diyebiliriz) olumlu olarak çizilmeyen bir karakterin hikâyesini bu denli kendimize ait hissetmemizi sağlaması. Böylesine korkunç bir hatanın sonuçları ile yaşamak zorunda kalmanın neden olacağı ruh hâli ile baş başa bırakıyor bizi Lonergan’ın hikâyesi. Çektiği acı nedeni ile katılaşan bir karakterin sinemadaki en başarılı örneklerinden birini karşımıza getiren film, tüm bunları yaparken hemen her anında samimiyetini korumayı da başarıyor.

Filimin üstte vurgulanan samimiyetine uymayan iki tercihi olmuş ama: Bunların ilki olan “Baba, yandığımızı göremiyor musun?” sahnesi, filmin seyirciyi belli bir duyguya zorlamayan, “tarafsız” bakışı ile pek uyumlu değil açıkçası. Albinoni’nin çok bilinen (en azından bir şekilde herkesin kulağının aşina olduğu) Sol Minör Adagio’sunun kritik bir sahnede kullanılması da hikâyenin ve karakterlerin özgünlüğü ile bir parça ters düşüyor. Düşüyor; çünkü bu denli bilinen bir müzik çalışması o an’ın ve o karakterlerin biricikliğine zarar verip, seyirciyi bildiği (aşina olduğu) alana çekiyor ve bu da sonuç olarak sahnenin etkileyiciliğini azaltıyor. Bu sahnede çok doğru görünmeyen müzik tercihleri ise filmin bütünü açısından bakıldığında oldukça başarılı buna karşlılık. Öncelikle Leslie Barber’ın özgün müzikleri hikâyenin tamamı ile uyumlu melodileri ve kullanıldıkları bölümleri nerede ise kendisini hiç hissettirmeden desteklemeleri ile dikkat çekerken, seçilen klasik müzik eserleri de başta Handel’in Messiah Oratoryosu ile olmak üzere filme kırılgan bir hava katıyorlar ki baş karakterinin yaralı ruhu için çok doğru seçimler olmuş bunlar.

Lonergan’ın zarafetini hiç yitirmeyen, insanı öne çıkaran sinema dili de filme büyük bir katkı sağlamış ve bir yönetmenin kendisini öne çıkarmadan hikâyesini biçimsel olarak nasıl desteklemesi gerektiğinin sağlam bir örneğini sunmuş bize. Hastanede geçen ve filmin başlarında yer alan bir sahnede genç adamı (başrol oyuncusunu) o sahnenin ana öğesi olmadığı için sık sık kameranın görüş alanı dışında bırakması ve gösterdiği zaman da sadece sırtttan görüntüsünü vermesi örneğin, klasik sinemanın dışına düşen bir tercih. Yönetmenin başarısını ortaya koyduğu başka sahneler de var filmde: Kilisedeki cenaze töreni, adamın yeğeninin isteği üzerine onun kız arkadaşının annesini oyalamayı kabul etmesi ve bundaki başarısızlığı ve kuşkusuz adamın eski karısı ile sokakta karşılaşması. Bu son sahne söylenenler ve söylenemeyenlerle çok kritik ve eğer iyi yazılmamış, çekilmemiş ve oynanmamış olsa kesinlikle çok eğreti ve yapay duracak bir bölüm; filmin doruk anlarından biri olan bu sahne seyirciyi yüreğinden yakalarken bunu minimum ajitasyonla yapıyor. Bir benzeri “Issız Adam” filminde vardı bu sahnenin; finalde eski sevgililer Beyoğlu’nda tesadüfen karşılaştıklarında birbirlerine söylediklerinden çok, dile getirmedikleri ama Çağan Irmak’ın tam bir “duygu kışkırtıcılığı” ile seyirciye iç seslerle aktardıkları öne çıkar. Karşılaştırıldığında Irmak’ın filmindeki provokasyonun yerini, burada gerçekçi bir hüzün, tereddüt ve kaçışın aldığını söyleyebiliriz rahatlıkla.

Her türlü yakınlığa kapatılmış bir kalbin ergenlik çağındaki bir gencin sorumluluğunu alıp alamayacağı ve bununla bağlantılı olarak kendisini tekrar ayağa kaldırıp kaldıramayacağını anlatan filmin sade çarpıcılığında oyuncularının da büyük payı var. Başroldeki Casey Affleck her an duygusal bir patlama yaşayacağını beklediğiniz karakterinin acısını o denli elle tutulur kılmış ki “oynamıyor, yaşıyor” dedirtiyor performansı için. Seçilmiş ya da seçilmek zorunda kalınmış bir yalnızlığın sarıp sarmaladığı karakterinin her adımını ilgi ile izletiyor oyuncu. Onun eski eşi rolündeki Michelle Williams ise filmdeki kısa rolüne rağmen göründüğü her ânı, başta sokaktaki karşılaşma sahnesi olmak üzere, seyirciyi büyüleyecek bir şekilde zenginleştiriyor. Genç oyuncu Lucas Hedges da onlardan hiç geri kalmıyor ve çocukluk ile yetişkinliğin arasındaki karakterini bu iki farklı ucun özelliklerini aynı potada eritmeyi başararak getiriyor önümüze.

Pişmanlık, kaybetme, suçluluk üzerine bir hikâye anlatan ve kesinlikle izlenmeyi hak eden filmin sorgulanması gereken yanları da var. Karakterlerinin ima edilen ama dile getirilmeyen sosyal sınıfları (işçi sınıfı diyelim) ile yaşadıkları hayatlar arasında bir tezat var; sınıflarının sıkıntılarını hiç yaşamıyor bu karakterler ve açıkçası sürdürdükleri hayatlar daha bir üst sınıfa ait gibi duruyor. Kahramanının suçluluk duygusu ile ait olduğu dinin (katolik karakterler bunlar) günah kavramı arasında bir bağ kurup kurmadığını da belirsiz bırakıyor film; böyle bir bağlantı kurması ya da bu bağlantıyı ret etmesi ille de gerekmiyor ama babasını kaybeden genç adamın yıllar sonra ilk kez gördüğü annesinin dinsel boyutu olan arınmasının öne çıktığı filmde bu konuda da bir duruş bekleniyor doğal olarak.

(“Yaşamın Kıyısında”)

(Visited 149 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir