Mazi Kalbimde Yaradır – Osman F. Seden (1970)

mazi kalbimde yaradir“Affet beni yavrum. Annen bir melekti. İkiniz de affedin beni”

Ailesi için yaptığı fedakârlık nedeni ile hayatı mahvolan bir kadının, kızının de aynı kaderi yaşamasına engel olmaya çalışmasının hikâyesi.

Osman Seden’in yazdığı ve yönettiği, Türkân Şoray, Ekrem Bora, Tanju Gürsu, Serpil Gül, Önder Somer ve Figen Han’ın başrollerini paylaştığı bu “Yeşilçam filmi” yer aldığı kategorinin tüm klişelerini arsızca taşıyan bir çalışma. Tesadüflerin, hastalıkların, ölümlerin, karasevdaların, fedakârlıkların en az on filme yetecek kadar bolca yer aldığı film Şoray’ın varlığının da kurtaramadığı ve hatta onun adına da talihsiz bir sinema eseri. Filmin ilgiyi hak ettiği tek bir “başarısı” var ki o da benzeri onca film düşünüldüğünde o kadar da önemli değil ama yine de Türk sinemasında onur ve fedakârlık kavramlarının kullanımı (bir başka deyiş ile sömürülmesi) üzerine düşünmenizi sağlıyor.

Dönem filmlerinde “müzik direktörü” olarak yoğun bir şekilde (iki yüzden fazla film!) çalışan Metin Bükey’in adını filmden alan şarkısı ile açılıyor film. Nakaratında “Mazi kalbimde yaradır / Sonsuz acı ve hatıradır” diyen bu şarkı ve genel olarak müzikler (Bükey imzalı olanlar) yarattığı nostalji duygusu ve hikâye ile uyumu nedeni ile filmin nadir çekici yanlarından birini oluşturuyor. Bu orijinal şarkıların yanında, Yeşilçam elbette Yeşilçamlığını yapıyor ve aralarında bizde daha çok Engelbert Humperdinck’in “A Man Without Love” adlı yorumu ile bilinen bir İtalyan şarkısının da (“Quando M’innamoro”) olduğu pek çok yabancı müziği işine geldiği gibi kullanıyor. Müzikleri bir yana bırakırsak, Türkân Şoray’ın güzelliği ve üvey annesinin babasını aldattığını öğrendiği sahnede tüm muhteşemliği ile açılan gözleri dışında geriye pek de çekici bir öğe kalmıyor açıkçası. Şoray hem anneyi hem kızını oynadığı filmde kariyerinin en boş karakterlerinden birini (aslında ikisini) canlandırmak durumunda kalmış ve performansı da vasatın ötesine hiç geçememiş. Sinemamızın bu muhteşem ve benzeri de hiç gelmeyecek olan oyuncusunun gerçekten başarısız kelimesini hak eden senaryolarda harcanmış olması ne acı! İlk kez karşılaştığı ve daha yüzünü bile görmediği bir adama doğru dönerken kirpiklerini sürekli olarak titretmek, mahzun bir aşk ile bakmak zorunda kalmak ve bir karasevdalının vücut diline bürünmek epey zor olsa gerek bir oyuncu için, tüm bunların saçmalığı nedeni ile. Diğer oyuncular da benzer problemler nedeni ile senaryonun kalıpları içinde gerçekten de “kalıp gibi” ifadesi ile tanımlanması gereken bir oyunculuk veriyorlar. Özellikle de Ekrem Bora herhalde kariyerinin en, kibar bir ifade ile “vasat” oyununu sergiliyor hikâye boyunca. Senaryonun karakterlerini çizerken gösterdiği özensizliğin en iyi ifadesi de Bora’nın aldatılan baba rolünde buluyor kendisini. Kızına kötü, iyi, kötü, iyi… davranan bu adamla ne yapacağınızı bilemiyorsunuz film boyunca.

Filmin ilk karesinde Türkân Şoray’ı gelinliği içinde bir şey (günlük, mektup?) yazarken görüyoruz ve anlıyoruz ki hikâye buradan geriye gidecek. Dolayısı ile hikâyesinin bir çeşit mutlu son ile biteceğini söylemiş oluyor filmimiz ki bu da standart Yeşilçam anlayışından farklı olsa gerek. Onca kusurunun yanında, senaryo için bir artı puan ne olursa olsun bu tercih. Ekrem Bora’nın karakterinin işlediği suçun (hikâyenin bununla tam olarak ne yapacağını bilememesine, daha doğrusu bu suçun olumsuzluğunu ne kadar vurgulayacağını bilememesine rağmen) varlığı da bir baş karakter için dikkat çekici bir farklılık. Bunları bir kenara bırakırsak, zorlama kelimesinin yetersiz kalacağı tesadüfler (hele o havaalanındaki karşılaşma!), bir anda başlayan tutkulu aşklar, saf kötüler ve saf iyiler, onur meseleleri ve fedakârlıklar… Senaryo birinden ötekine hiç ara vermeden atlayıp durmakta bir sakınca görmüyor. Ayrıntılar da umursanmıyor elbette; Almanya’ya İngiliz havayolları ile uçulup, Hollanda havayolları ile dönülüyor (o sırada havaalanında hangi uçak varsa, onunla yetinilmiş anlaşılan) örneğin. Anlatıcı sesin gerekli gereksiz ve çoğunlukla gereksiz araya girip anlatıp durduğu (hiçbir önemi olmadığı halde, evin altı aylık kirasının peşin ödendiğini neden söyler ki bir anlatıcı?) film, erotizme göz kırpması ile dikkat çekiyor ama bunu da “kör parmağım gözüne” ifadesi ile tanımlanacak bir şekilde yapıyor. Filmimizin kötü kadını tek başına olduğu bir ortamda adeta striptiz şovu yapar gibi soyunuyor örneğin veya bir başka sahnede külotlu çorap erotik dokunuşlarla çıkıyor bacaklarından. Camiye bırakılan bebek sahnesindeki “saçmalıklar” ve yüce imam karakterindeki propaganda da senaryonun önümüze boca ettiği vasatlıkların diğer örnekleri olarak dikkat çekiyor.

Karakterlerin sürekli birilerinin fotoğrafı ile gezindiği (hele Tanju Gürsu’nun Şoray’ın fotoğrafı ile birlikte bir liseli aşık sahnesi var ki anlatmak mümkün değil) filmde ilgiyi ve olumsuz anlamda çeken asıl konu ise tüm hikâyenin erkeklerin onuru ve kadınların fedakârlıkları etrafında dönmesi. Hikâyedeki tüm gelişmeler onur (erkeğin) ve bunun için yapılması gereken fedakârlık (kadının) kavramları etrafında dönüyor. Çekilen onca acı, çile ve kahıra rağmen, ulaşılan mutlu son da bize doğrudan olmasa da bunun olması gereken olduğunu söylüyor ki bir parça tehlikeli bir yaklaşım bu elbette. Film ne kendisi sorguluyor karakterlerinin tercihlerini ne de seyircisinin sorgulamasını istiyor; olması gereken bu çünkü! Hikâye ilerledikçe dozu artan bir şekilde en yüzeyselinden Yeşilçam havası ile karşı karşıya kalacağınız filmden iki de ders alıyoruz o dönem için: Silah çok kolay bulunabilen bir şeydir ve tüm genç kadınlar üniversiteyi bitirince babalarının yanında çalışmaya başlarlar.

(Visited 498 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir