Moonlight – Barry Jenkins (2016)

“Bazen o kadar çok ağlıyorum ki gözyaşına dönüşecekmiş gibi hissediyorum”

Miami’nin yoksul mahallelerinden birinde yetişen siyah ve eşcinsel bir adamın çocukluk, ergenlik ve gençlik yıllarının hikâyesi.

Tarell Alvin McCraney’in yarı otobiyografik oyunundan uyarlanan, hikâyesini yine McCraney’in yazdığı, senaristliğini ve yönetmenliğini Barry Jenkins’in üstlendiği Amerikan yapımı bir film. 2017’de hem Oscar hem Altın Küre’de en iyi film ödülünü kazanan -ve bu başarısı ile kimilerini şaşırtan, kimilerinin de ödülü Hollywood’un siyah sanatçılara karşı günah çıkarması olarak görmesine neden olan- çalışma Oscar kazanan ilk LGBT filmi olmasının yanısıra tüm kadrosu siyah oyunculardan oluşan ilk Oscarlı film olma başarısını da göstererek Amerikan sinema tarihinde yerini aldı şimdiden. Kimi ufak biçimsel oyunlarının yanında, yarattığı atmosferle ve ele aldığı temalar ile de hayli ilginç bir çalışma bu. Baş karakterinin, ergenlikten gençlik çağına geçişte yaşadığı çarpıcı fiziksel dönüşümle zıtlık oluşturacak şekilde hiç değişmeyen sessizliği ve çekingenliğinin yanında, hikâyenin kimlik (kimilerinin eleştirisine neden olacak şekilde, kahramanının sınıfını dikkate almayarak çoğunlukla sadece cinsel kimlik), cinsellik ve ailenin tanımı/anlamı üzerine düşündüğü/düşündürttükleri filmi kesinlikle seyri gerekli olanların arasına yerleştiriyor. Tüm bunların yanında filmin karakteri üzerinden sergilediği hüzün ve kalp kırıklığı ise başlı başına çarpıcı bir unsur olarak gösteriyor kendisini.

Uyuşturucunun hemen hemen aleni olarak pazarlandığı bir mahallede yaşayan, babası ortada olmayan, annesi uyuşturucu kullanan küçük bir çocuk olarak karşılaşıyoruz hikâyenin kahramanı ile. Üç ayrı bölümde anlatılıyor hikâye: ilk bölüm “Ufaklık” (veya “Küçük”) adını taşıyor ve çocuğu, ailesini, arkadaşlarını ve özellikle okulda yaşadığı zorbalıkları görüyoruz. “Chiron” (baş karakterin adı bu) adını taşıyan İkinci bölümde, on altı yaşında liseli bir genç artık kahramanımız ama hemen hiç değişmeyen yaşam koşulları ve okulda da artan zorbalıklar nedeni ile mutsuzluğu devam ediyor. Son bölüme “Black” (“Kara”) adı verilmiş ve burada fiziksel yönden çok değişmiş, içinde bulunduğu yaşamda ayakta kalabilmek için gerekenleri yapmaya başlamış ama cinsel kimliği nedeni ile hüznü, yalnızlığı ve mutsuzluğu değişmemiş bir adam olarak görüyoruz onu. Pek konuşmayan, konuştuğunda da alçak tonda konuşan bir karakter bu ve sinemanın karşımıza getirdiği en yalnız erkeklerden biri belki de. Hikâyenin ilk iki bölümünde hayli ürkek bir insan olarak görüyoruz onu ve her zaman dışlanmasının sonucu olarak adeta kaçak yaşıyor.

Karakteri üç ayrı bölümde üç ayrı oyuncu canlandırmış (yaş sırası ile; Alex R. Hibbert, Ashton Sanders ve Trevenate Rhodes) ve onların oyunculukları da karakterin kişiliği ile uyumlu olacak şekilde hayli ekonomik ve daha çok ürkek ve çekingen bakışların egemen olduğu bir havaya sahip. Son bölümdeki oyuncu olan Rhodes senaryonun da imkân sağlaması nedeni ile bir parça daha doğrudan oynuyor ama onunki bile çok dizginlenmiş bir performans. Belki de bu nedenle üç oyuncunun da ödüllerde adı geçmemiş pek ama açıkçası bir parça haksızlık bu; çünkü inişleri ve çıkışları olmayan bir karakteri oynamak kolay görünse de, karakteri gerçek ve doğal kılabilmek açısından hayli zor bir iş bu ve özellikle Rhodes bu zorluğun altından başarı ile kalkmış. Son bölümde altın zincirli ve dişlerindeki o tuhaf şeyler takılı olan karakteri gerçek kılabilmek ciddi bir başarının sonucu. Finaldeki “O günden beri kimseye dokunmadım” itirafını bu derece sert ve acı kılanlardan biri de onun o andaki performansı kesinlikle.

Ödüllerde adı geçen iki oyuncu, anne rolündeki Naomie Harris ve kahramanımızı henüz küçük bir çocukken koruması altına alan (ve annenin de kullandığı uyuşturucuyu da pazarlayan!) adamı oynayan Mahershala Ali olmuş. Yardımcı oyuncu olarak ilki Oscar’a aday olup, ikincisi kazanan bu oyuncuların performansları da hayli sağlam ama özellikle Harris’in oyunculuğu kadronun diğer tümünün aksine bir parça gösterişli görünüyor. Bu durum kazandığı Oscar’ı da açıklıyor belki ama açıkçası biraz farklı bir yerde duruyor filmin geneline bakıldığında.

Filme kaynaklık eden oyuna adını veren cümle, “Ay ışığında siyah çocuklar mavi görünür”, hikâyenin kimi kilit sahnelerinde yerini bulmuş görünüyor. Aslında deniz ve ay ışığı filmin iki kilit unsuru olarak ortaya çıkıyor. Çocukluk döneminde, ortada olmayan babanın rolünü dolduran adamın kahramanımıza yüzme öğretmesi; gençlik döneminde, deniz kenarında yaşanan ilk temas; son bölümde, deniz kenarındaki bir evdeki itiraf(lar)… Bu üç dönem boyunca kahramanımızın yanında olan Kevin karakterinin kendi çocukluğunda anlattığı bir hikâyeden geliyor siyah çocukların ay ışığında mavi görünmesi ve görüntü yönetmeni James Laxton’ın çarpıcı çalışması da (renkli ama renklerin içindeki hüznü ve sertliği bulup çıkaran bir çalışma bu) bu hikâyeyi desteklemesi ile dikkat çekiyor. Filmin müzikleri de hayli ilginç: Siyahları anlatan hikâyelerde duymaya çok fazla alışmadığımız klasik müziğe de yer vererek (çocukların Amerikan futbolu oynadığı bir sahnede Mozart’ın bir koro eseri kullanılmış örneğin) bizi şaşırtan yönetmen Jenkins, ayrıca farklı siyah sanatçıların şarkılarını da hikâyenin yaşandığı zaman ve yerlere uygun bir şekilde eklemiş filmin müzik bandına. Nicholas Britell’in orijinal müzik çalışması ise farklı stillere uğrayarak hikâyeyi akıllıca takip ederken hayli mahir bir şekilde katkı sağlıyor filme.

Yazar James Baldwin bir röportajında 1950’lerde ABD’de olunacak en zor konumlardan birine sahip olduğunu söylemiş: Siyah, komünist ve eşcinsel. Kahramanımız ise bu özelliklerin ikisine sahip sadece ama bunlara yoksulluğu, annesinin durumunu, babasızlığı ve yaşadığı çevrenin sertliğini eklemek gerekiyor. Bu bağlamda bakarak, filme getirilen eleştirilerin belki de en önemlisi oldukça bireysel bir hikâye anlatması ve baş karakterin hikâyesinin sınıfsal boyutunu ihmal etmesi. Çok da haksız bir eleştiri değil bu ama günümüz sinemasının toplumsal olanı hemen hiç dert etmediğini düşünürsek Oscar’a uzanan bu filmden bunu beklemek pek gerçekçi değil. Evet, hikâye yaşandığı çevre ve kimlik kavgası üzerinde toplumsal bir şeyler söyleyebilmek açısından hayli yüksek bir potansiyele sahip ama burada bir ihmalden söz etmekten çok, zaten bunun hiç dert edilmemiş olduğunu söylemek gerekiyor. Sinema bireysel olana o denli eğildi ki toplumsal olanı hemen tamamen unuttu artık ve bu film de bunun sadece bir örneği.

Bir aşk filmi bu aynı zamanda; ilk bakışta pek de öyle değilmiş ve aslında bu açıdan bir parça tonu yetersiz bırakılmış olsa da. Bu yetersizlik, aşkın havada hep asılı duran bir tema olarak canlı tutulmamasından kaynaklanıyor. Filme damgasını vuran çok güçlü “aşk” sahneleri var oysa ki; okuldaki bir zorbalık sahnesinde, dövülenin kendisini başkalarının zoru ile döven arkadaşının yalvarmasına rağmen ayağa kalkmaya ve yumrukları yemeye devam etme çabası (aşkın yumruğu bu çünkü!); yıllar sonra gerçekleşen bir karşılaşmada birinin diğeri için yaptığı yemeğin özenle ve uzun bir şekilde gösterilmesi; bir telefon konuşmasının ve bir küçük umudun neden olduğu erotik bir rüya; finaldeki sahnede konunun etrafında dönüp duran, birbirlerine imalarda bulunan iki adamın karşılıklı “Beni neden aradın?” ve “Ne yani, öylesine mi geldin?” sorularının iç burkan güzelliği bu sahnelerin sadcece birkaçı. Tüm bunları birbirine belki birbiri ile yeterince iyi ilişkilendirememiş hikâye ama görenler/görmek isteyenler için aşkın güzelliği, koruyucu ve güçlendirici yanı ve umut veren yanı yerini almış hikâyede. Bu ilişkilendirememe problemi filmin geneli için de geçerli bir sıkıntı ayrıca, sadece aşk teması için değil.

Sahip olunamayan bir ailenin yerine yenisinin koyulduğu (yeni ailenin iki karakterinin hikâyeden öylesine kayboluvermeleri bir parça tuhaf), bir genç adamın gözyaşına dönüşmekten korktuğu, kameranın “duygusal” bir şekilde hareket ettiği, yetişkin Kevin rolündeki André Holland’ın final sahnesinde dokunaklı bir performans sergilediği, konuşulanlar kadar konuşulmayanların da önemli olduğu bu filmin -daha önce örneğin “Brokeback Mountain – Brokeback Dağı” filminin yaptığı gibi- eşcinselliği büyük şehirlerden küçük yerlere, zengin ve üst sınıflardan yoksul ve alt sınıflara taşıması da çok önemli. İlk filmi “Medicine for Melancholy” ile sinemaya iyi bir giriş yapan Barry Jenkins’in bu ikinci filmi parlak bir başarı özetle. Cinsel ve etnik kimliğin, onu yok edecek kadar sınıf kimliğinin önüne geçmesi önemli bir sorun, hikâyenin özellikle son bölümünde zaman zaman bir gerçekçilik sorunu yaşanıyor ve görüntünün netliğinin zaman zaman gereksiz kaybolması gibi problemli (problemli çünkü hikâyenin acı havasına bir dış müdahale havası sokuyor ve bir film seyrettiğimizi hatırlatıyor bu tercih) yanları olsa da parlak ve önemli bir film bu kesinlikle.

(“Ay Işığı”)

(Visited 168 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir