Pokot – Agnieszka Holland / Kasia Adamik (2017)

“Başka bir varsayımı daha ciddi değerlendirmelisiniz; bence onları hayvanlar öldürdü”

Gizemli cinayetlerin işlendiği bir vadide yaşayan yaşlı bir kadının yörenin avcılarına karşı verdiği mücadelenin hikâyesi.

2017 yılında Polonya’nın Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterdiği film Olga Tokarczuk’un “Prowadź Swój Pług Przez Kości Umarłych – Sabanınızı Ölülerin Kemikleri Üzerinden Sürün” adlı romanından uyarlanmış sinemaya. Tokarczuk’un senaryoyu birlikte yazdığı Agnieszka Holland yönetmenliği aynı zamanda kızı da olan Kasia Adamik ile birlikte üstlenmiş. Bir kadın yazarın romanının onun da aralarında olduğu üç kadın tarafından yaratılan sinema karşılığı olan bu eser güçlü kadın karakteri ile Tokarczuk’un feminist bakışının izlerini taşıyor. Devrimden ve anarşizmden söz etmesi, aktif bir eylemlilik içinde olan bir karakteri -eyleminin niteliği ne olusa olsun- ön plana çıkarması ile günümüzde Polonya’da hâkim olan muhafazakâr iktidarın sözlerine zıt bir noktada duran film katilin sürpriz kimliğinden çok -çünkü tahmin edilebilir bir gelişme bu-, kadının günümüz toplumsal düzeninde hâkim olan unsurlar ile savaşması ve din kurumunu da savaştıklarının arasına koyması ile ilgiyi hak ediyor ve gerilimini gizemin niteliğinden çok, gizemi anlatan dili ve bunu güçlü bir biçimde destekleyen görselliğinden alıyor.

İki köpeği ile bir vadide yalnız yaşayan, emekli bir kadın öğretmen Duszejko; hayvanları çok seviyor ve devletin izin verdiği dönemlerde avlanmalarından da çok rahatsız olduğu avcılardan yasaklı dönemde de bu “hobi”lerini sürdürdükleri için nefret ediyor. Astrolojiye meraklı olan kadın aynı zamanda yörenin okulunda İngilize öğretmenliği de yapıyor. İşte bu kadının hikâyesini öncelikle güçlü bir görselliği olan bir dil ile anlatıyor Agnieszka Holland ve Kasia Adamik ikilisi. Doğanın düzenine “kutsal” bir bağlılığı olan bir karakterin hikâyesini asla yapaylıklara başvurmayan bir doğa övgüsü ile karşımıza getiriyor bu film. Jolanta Dylewska (yine bir kadın sinemacı) ve Rafal Paradowski’nin görüntüleri daha açılış sahnesindeki sisli görüntüden başlayarak doğanın kendi içindeki müthiş uyumunu ve dengesini önümüze getirirken, tüm film boyunca ışık ve renklerin doğallığı ile göz kamaştırıyorlar. Özellikle vahşi hayvanların görüntüleri üzerinden, doğaya zarar veren tek canlının, doğadaki tek gerçek “vahşi” olanın insan olduğunu hatırlatan bir güzelliğe ve güce sahip bu film ve kamera karşımıza getirdiği tüm hayvanları (köpek, tilki, yaban domuzu, kirpi, geyik, örümcek, saksağan vs.) hikâyenin gizemli atmosferine uygun bir “sorgulayan, soran” bakışlarla sergiliyor hep. Bir avcının silahının sesi ile ormanın ve vadinin içinde kaçışan hayvanların görüntüsü bu görsel başarının bir örneği olarak bize aslında filmin tüm meselesini de özetliyorlar.

Film sadece avcıları ve yaptıklarını şiddetle yermekle kalmıyor; onların yaptıklarına göz yuman veya pek de önemsemeyen başta polisler olmak üzere devlet kurumlarını ve “hayvanların ruhları yoktur” diyerek kadının hayvan sevgisini kınayan rahip üzerinden kiliseyi de alıyor eleştirisinin kapsamına. Yönetmenlerin bu “sert” duruşlarını -neyse ki nadir başvurdukları- bir görüntü tercihi ile anlatmaları ve örneğin kadınla konuşan rahibin ve polisin dudaklarına kamerayı fazlaca yaklaştırmalarında olduğu gibi fazlası ile biçimci davranmaları ise filmin az sayıdaki kusurlarından biri. Bu biçimci görüntülere gerek yokmuş açıkçası; çünkü hikâye zaten yeterince sert ve senaryo polisin yozlaşması ve güçlülerle işbirliği yapması gibi problemleri yeterince net ve etkileyici bir şekilde anlatıyor.

Zamanın akışını araya giren ve o dönem hangi hayvanın yasal olarak avlanabileceğini gösteren görüntülerle aktaran film feminizm ve çevrecilik gibi muhafazakâr iktidarların sıcak bakmadığı konular üzerinde ısrarla durmaktan çekinmiyor ve hatta seyircisini eyleme geçmeye çağıran bir söylemin de arkasında duruyor sürekli olarak. Hayvan haklarını odağına almasının yanında (“Siz kasabın yanından geçerken sadece et görürsünüz; oysa o birinin cesedidir”) tüketim hırsı eleştirisi (hikâyenin karakterlerinden biri olan genç bilişimcinin minimalist yaşam tarzı ile altı çizilen bir eleştiri bu) ile de dikkat çeken filmin finali belki yeni yaşam/aile biçiminin ideali/hülyası düşünülerek oluşturulmuş ama filmin genel havası içinde bir parça yumuşak kalmış; hikâyenin sertliği ile yan yana gelecek bir final değil gibi bu son ama yine de umut vermesi ile önemli olduğunu söyleyelim.

Başroldeki Agnieszka Mandat’ın performansını en iyi özetleyecek ifade şu olur sanırım: Tüm hikâyenin üzerinden anlatıldığı ve odaktan hiç uzaklaşmayan bir karakteri o denli güçlü ve içine girerek oynuyor ki o olmadan bu film olmazdı diye hissediyorsunuz. Senaryo da çok iyi işlemiş oyuncunun karakterini ve o da kendisine tanınan fırsatları müthiş bir ustalıkla değerlendirerek seyrine doyum olmaz bir performans koymuş ortaya. Senaryo Mandat’a tanıdığı imkânları diğerlerinden bir parça esirgemiş ne var ki: Örneğin genç bilişimci her ne kadar hikâyenin kilit bir yerinde önemli bir fonksiyon üstlense de Amerikan aksiyon filmlerinde kötülere karşı koyan ve bunun için fiziksel özelliklerinden çok bilgisini ve aklını kullanan tiplerinden ödünç alınmışa benzeyen havası ile hikâyeye pek uymuyor.

Antoni Lazarkiewicz’in hikâyenin atmosferine önemli bir katkı sağlayan müzik çalışmasının desteklediği hikâye insanın bitmek bilmez sahip olma/yok etme hırsını Polonya’daki küçük bir yöre üzerinden anlatan önemli bir çalışma. Girişte de söylediğim gibi, hikâyeyi Polonya’daki iktidarla ve bu iktidarın kapitalist politikaları milliyetçilikle süsleyen ve hatta aşırı sağa göz kırpan yaklaşımı ile birlikte düşünmek gerekiyor. Hikâyenin kadın karakteri inançları ve eylemleri ile bana belki bu nedenle biraz da “Antifa” hareketini anımsattı: Mutlak kötülüğe, hele bu kötülük iktidarı elinde tutanlar tarafından besleniyor ya da en azından varlığına göz yumuluyorsa, eylemle karşılık vermekten başka bir yol yok çünkü. Son bir not olarak, tüm kültürlerde kadının doğa ile özdeşleştirildiğini hatırlatarak, filmin bize doğaya/kadına sataşanın bir şekilde belasını bulacağını söylediğini ifade etmekte yarar var.

(“Spoor” – “İz”)

(Visited 69 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir