Quantum of Solace – Marc Forster (2008)

“İnsana, düşmanının gücüne göre değer biçilirmiş”

İngiliz gizli servisi MI6’nın mükemmel ajanı James Bond’un bir Güney Amerika ülkesinin doğal kaynaklarını ele geçirmeye çalışan gizli bir örgüte karşı verdiği mücadelenin hikâyesi.

İngiliz yazar Ian Fleming’in 1953’te yarattığı ve on iki roman ve iki öykü kitabında maceralarını anlattığı James Bond’un sinemadaki “resmî” yirmi ikinci ve Daniel Craig’in başrolde yer aldığı ikinci uyarlaması. Resmî olmayan diğer üç filmi ve daha sonra çekilen iki filmi de dahil edersek James Bond toplam yirmi yedi kez çıkmış beyazperdede karşımıza şimdiye kadar. Bir gizli servis ajanının maceralarını anlatan aksiyon filmleri olarak tümü çok parlak değil bu uyarlamaların ama tıpkı “Quantum of Solace” örneğinde olduğu gibi vasatın bir parça üzerine çıkabilenler bile sinemaseverlerin ilgisini hak ediyor. Sonuçta bir marka “Bond” sinema için ve yıllardır da sinemada yaşamını sürdürmeyi, azalmayan bir ilgi ile üstelik, başarıyor. Şimdilik ilk ve son kez bir Bond filmi yöneten Marc Forster’ın yönettiği film, adını Ian Fleming’in aynı adlı Bond öyküsünden almış ama bu öyküden hemen hiç iz taşımayan bir senaryo ile çekilmiş. Paul Haggis, Neal Purvis ve Robert Wade’in imzasını taşıyan senaryo -Bond filmleri için bir ilk olmak üzere- bir devam filminin hikâyesini anlatıyor aslında. 2006 tarihli “Casino Royale” filminin devamı bu ve o filmde Bond’un sevgilisi olan karakterin intikamını da anlatıyor bize yan hikâye olarak. Hikâyesinin çevreci ve halkçı bir politikaya yakınlığı filmi diğer Bond filmlerinden ayırarak farklı kılıyor ama yeterince güçlü bir hikâye değil bu ve Craig’in ifadesi ile “parkta yürümek” havasında olan bir önceki filme göre hayli arttırılmış aksiyon sahneleri hikâyenin fazlası ile önüne geçiyor. Bu aksiyonların hakkını -kuşkusuz- sonuna kadar veren ve bu açıdan hemen hiç hayal kırıklığına uğratmayan filmin bu içerik problemi Bond meraklıları için pek de önemli olmayabilir belki ama “kötü adam” ve “Bond kızı” açısından serinin en parlak örnekleri arasında yer almayan çalışma ileride de serinin en sevilen örneklerinden biri olmayacaktır.

Tüm Bond filmleri gibi pek çok ülkede geçen (anlatılan hikâyenin geçtiği yerler ile bire bir örtüşmese de İngiltere, Avusturya, Panama, Şili, Meksika ve İtalya’da çekilmiş film) bir hikâyesi olan filmin içerik olarak temel sıkıntısı senaryosunun yeterince güçlü olmaması ve filmden geriye kalanın hikâyesinin olay örgüsünün ve karakterlerinin değil, teknik yanının gücü olması. Açılıştaki arabalı takip sahnesinden yüzlerce figüranın rol aldığı Tosca operasına, havada iki uçağın çatışmasından İtalya’daki geleneksel at yarışında geçen sahnelere film dur durak bilmeyen bir aksiyon koyuyor önümüze ve hızlı kurgusu, kısa planları ve bunlarla elde ettiği dinamizm ile seyircisine nefes aldırmıyor hemen hiçbir anında. Jack White ve Alicia Keys tarafından seslendirilen “Another Way to Die” adlı şarkının (ki Bond serisinin havasına pek uyan bir şarkı değil bu ve kalıcı da olmayacaktır) eşlik ettiği gösterişli açılış jeneriğinden kapanıştaki klasik Bond jeneriğine kadar seyirciyi bir an için olsun elinden bırakmıyor film kesinlikle ve işte bu nedenle aksiyonu açısından hayranlarını tatmin ediyor sürekli olarak. Burada filmin birbiri ardına karşımıza çıkardığı takip sahnelerini de anmak gerek: Her biri dakikalarca süren (serinin en kısa filmi olmasına rağmen bu sahnelerin uzun olması filmin hikâyesinin yetersizliği için bir gösterge elbette) bu sahnelerin birinde bir bodrum katında başlayan kovalamaca ve çatışma oradan bir meydana, daha sonra çatılara uzanıyor ve tarihî bir kilisenin içinde sona eriyor. Benzerleri denizde iki tekne arasında, Tosca operasının sergilendiği bir mekanda ve gökyüzünde de geçiyor bu sahnenin ve Bond’un fiziksel yeteneklerini bolca, zekâsını daha öz gördüğümüz tüm bu anlar kesinlikle eğlendiriyor ve heyecanlandırıyor.

Yönetmen Marc Forster zaman zaman paralel kurgu ile anlatmış olan biteni ve bir aksiyon sahnesini bir başka sahne ile eş zamanlı getirmiş karşımıza. Örneğin bir yandan opera devam ederken, operanın sahnesinin arkasında Bond kötü adamlarla tek başına savaşıyor ve film bir operadan bir bu savaştan kareleri karşımıza getiriyor. Bir yandan nefessiz bırakıyor sahneler seyrederken ama öte yandan hikâyenin “ciddiyet”ini de zedeliyor bu tercih ama bunun o kadar da önemi yok kuşkusuz bir Bond filminde. Buna karşılık bir iki öğe var ki onlardaki başarı Bond filmini otomatik olarak serinin başarılı örnekleri arasına koymaya yeterli olur: Kötü adam ve Bond kızı. Ne var ki senaryo bu iki önemli karakteri de onca sahnelerine rağmen ilginç ve karizmatik kılamıyor. Fransız oyuncu Mathieu Amalric’in başarılı performansı bile örneğin, karakterini serinin klasik kötü adamlarından biri yapmaya yetmiyor. Ukraynalı oyuncu Olga Kurylenko’nun Bond kızı ise gerekli karizmadan yoksun kalmış ve bir Bond filminde ilk kez olmak üzere Bond ile yatmayarak da serinin geleneğini bozunca, kadın karakter olarak öne çıkan bir başka MI6 ajanını oynayan ve Bond ile yatağa giren Gemma Arterton olmuş.

Yetersiz olsa da senaryonun halkın ortak malı olan doğal kaynakları sömüren politikacıları ve onlarla işbirliği halindeki küresel kapitalistleri gündeme getirmesi ve işlerine geldiği sürece diktatörlerle işbirliği yapmaktan çekinmeyen Amerikalılar başta olmak üzere emperyalist güçlerin Latin Amerika’da neden olduklarını göstermesi hayli olumlu bir durum kuşkusuz. Mathieu Almaric’in kötü adamı oynarken Fransa’nın o zamanki başkanı Nicolas Sarkozy’den ve dönemin İngiliz başbakanı Tony Blair’den esinlendiğini söylemesi de filmin bu bağlamda durmayı seçtiği yer ile hayli uyumlu. İngiliz hükümetine de dokundursa da asıl olarak Amerikalılar hedefi filmin ve elbette -örneğin Kanadalı ajanlar aciz olarak gösterilirken- dünyayı -en azından şimdilik- kurtaran yine MI6 ajanları oluyor.

Gereğinden fazla hızlı temposu ve gereğinden az derinliği olan hikâyesi ile serinin klasiklerinden biri olmayacak bu film ve bir öncekinin bittiği yerden başlarken sinema kalitesi açısından da onun gölgesinde kalacak kesinlikle. Hikâyenin çok da önemi yok, sonuçta bu bir Bond filmi demeyeceklerin (ki denmemeli kuşkusuz) çok sevecekleri bir eser değil özet olarak. Yine de ne olursa olsun bu bir Bond filmi ve görülmesi gerekiyor has bir sinemasever için. Kişisel olarak, burada olduğunun aksine, John Barry imzalı Bond tema müziğinin filmin kapanışında değil, her zaman açılışında olması gerektiğini düşünüyorum ve hikâyeye rağmen işini iyi yapan Daniel Craig’in Bond’a yakıştığına inanıyorum. Bir de modern teknoloji problemi var tabii: Eski Bond’lardaki Bond’a özel tasarlanan tüm o “gadget”ların yerini CSI dizilerindeki teknolojiler aldıkça işin tadı kaçıyor ve Bond’un farklılığı da kayboluyor sanki.

(Visited 277 times, 6 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir