Raging Bull – Martin Scorsese (1980)

“Önemli olan ring değil, oyunun kendisi. Bana bir sahne verin de, bu boğa öfkesini dökebilsin ortalığa”

Boksör Jake La Motta’nın kariyerindeki ve özel hayatındaki yükseliş ve düşüşün hikâyesi.

Martin Scorsese ve Robert De Niro’dan bir klasik. Bu ikiliye senaryoda Paul Schrader’ın ve Mardik Martin’in katıldığı film, bugün Scorsese’nin sık çalıştığı Thelma Schoonmaker’ın kurgusu, De Niro’nun olağanüstü oyunu, Scorsese’nin Hollywood’un sonuna kadar ödüllendirmemekte nerede ise direndiği yönetmenlik becerisinin teknik yanındaki ustalığı ve sinema tarihine geçen sahneleri ile hâlâ etkileyiciliğini koruyan bir çalışma. Biri hep Amerikan Yeni Sağ’ının kıyılarında gezinmiş, diğeri onun sinemadaki temsilcisi olmuş iki isim olan Scorsese ve Schrader’den bekleneceği gibi maço bir atmosferin hâkim olduğu film, üslupçu bir tarzın benimsediği sahnelerinde seyirciyi gerçekten sarsmayı başarıyor.

Ünlü boksör Jake La Motta’nın hayatını anlatan kitabından uyarlanan eser, alışılan türden bir biyografik film görüntüsü taşımaması ile dikkat çekiyor öncelikle. La Motta’nın 1941 ile 1964 arasındaki hayatından belli anları ele alarak ilerleyen filmin yaklaşımı bu hayatın kronolojik olarak önemli anlarını mutlaka bir doğrusal bir akışın peşine düşmeden, Scorsese’in asıl derdi olmuş gibi görünen teknik beceri ile süsleyebileceği biçimde anlatmak şeklinde olmuş. Yönetmen işinin tam bir ustası olan kurgu yönetmeni Schoonmaker’ın müthiş çalışması ile nerede ise her bir planı ve sahneyi seyredeni nefessiz bırakacak şekilde dinamik ve enerji patlamaları ile dolu bir şekilde görüntülemeyi başarmış. Burada dövüş sahnelerindeki sert dinamizmi kastetmiyorum sadece; Scorsese karakterlerin sadece konuştukları anları bile filmlerinde hep tercih ettiği ve burada Schrader ve Martin’in kaleminden çıkmış olan güçlü diyaloglar aracılığı ile enerji ile doldurmuş görünüyor (ki bu sahneler diğerlerinin aksine nerede ise statik bir kamera ile çekilmiş). Bu tercih, hikâyesi anlatılan La Motta karakteri için de çok doğru bir seçimi gösteriyor çünkü kahramanımız öfkesi ile hem kendi hayatını hem de etrafındakilerininkini nerede ise yok ediyor sürekli olarak. Dinamizm ve enerji söz konusu olunca kuşkusuz Robert De Niro’nun performansını da hatırlatmak, daha doğrusu akla gelebilecek tüm övgüler ile takdir etmek gerek. Hollywood’un çok sevdiği biçimde, karakterinin ilerleyen yaşlardaki halini canlandırmak için 27 kilo alarak geçirdiği fiziksel dönüşüm değil vurgulanması gereken; aksine bu, sanatçının filmdeki performansının tüm o övgüye değer yanları içinde belki de en az önemli olanı. Burada neyi başardığını anlamak için bir oyuncunun karakterinin tüm fiziksel ve duygusal unsurlarını kendi içinde erittiğini ve ortaya kendi fiziğinden ve karakterinden nerede ise en ufak bir iz taşımayan bambaşka bir “şey” çıkardığını düşünün. Konuşurken, dövüşürken, ağlarken, eğlendirirken, kısacası nefes aldığı her anda sizi eline geçiriyor De Niro ve pek de sevimli yanları olmayan karakterini hep ilgi çekici kılmayı başarıyor; öyle ki ondan nefret ederken bile görüntüsünün perdeden/ekrandan kaybolmasını istemiyorsunuz.

Siyah-beyaz olarak çekilen ve sadece amatör kamera ile çekilmiş anları gösteren bölümlerinin renkli olduğu film, La Motta’nın en azından son anlarına kadar kariyerinde kendisine ciddi katkı sağlamış görünen öfke ve dikbaşlılığının özel hayatını nasıl batırdığını da anlatıyor bize. Kahramanımızın gerçek hayatındaki maço yanının bu öfke ve inatçılık ile birleştiği anlarda filmin “çekiciliğinin” doruğuna çıkması ise tam bir Scorsese klasiği olsa gerek. Kadınlardan çok erkekleri anlatan, erkeksi dünyaları seven yönetmenin burada da La Motta’nın tüm o sert sahnelerini ve maço karakterini eleştirmekten çok adeta bir cazibe kaynağı olarak gördüğünü ve bu sahneleri çekmekten keyif aldığını düşünmek pek de yanlış olmaz gibi sanki. Özetle filmin zaman zaman sergilenmekten çok süslenmiş görünen “maskülen” yanını eğlenerek yaratmış yönetmen.

De Niro’ya eşlik eden ve kardeşini canlandıran Joe Pesci ve eşi Vickie’yi oynayan Cathy Moriarty’nin performansları da filmin artıları arasında. Pesci küfürbaz karakterini ustalıkla oynarken, Moriarty seksi ama ihmal edilen eş rolünü bir parça senaryonun da etkisi ile yeterince dolduramamış görünüyor. Yine de bu iki oyuncu filme karakterlerinin ağırlığı açısından gerek duyduğu dengeyi kazandırmayı başarmışlar ki De Niro’nun göründüğü her ana damgasını basan performansı karşısında kolay başarılabilecek bir şey değil bu; üstelik Moriarty bunu sinemadaki ilk rolü ile yapmayı beceriyor. Tıpkı onun gibi, sonraki yılların bir usta oyuncusu da bu filmde ilk kez görev almış; John Turturro kısa bir planda, masada oturan adamlardan biri rolünde birkaç saniye görünüyor filmde!

Ve elbette boks sahneleri… Scorsese’nin ifadesi ile “üçüncü boksör” gibi görünmesini sağlayacak şekilde ringin içine koyduğu kamerası sert ve olağanüstü kareler yakalıyor film boyunca. Ringin iplerinden düşen kan damlaları, boksörlerin yedikleri yumruklar sonucu yüzlerinden fışkıran kan veya molada boksörün sırtını ıslatan kanlı sünger gibi kareler etkisi kolay kolay silinmeyecek bir duygu yaratıyor seyredende. Kamera gerçekten de karakterlerden biri gibi hareket ediyor ringin içinde ve yönetmenin matematiği sonuna kadar düşünülmüş görünen koreografisi ile seyirciyi seyrettiği dövüşün bir parçası yapıyor. Yönetmenin sadece birkaç sabit görüntü ile gösterdiği maçlar bile hareketli anların enerjisini taşıyor ve filmin “fotoğraf” açısından başarısının da örneklerinden birini oluşturuyor. Klasik İtalyan besteci Mascagni’nin eserlerinden çeşitli bölümleri kullandığı ve orijinal müziği olmayan filmde, boks sahnelerinin dışında da güçlü etkisi olan anlar yaratmış Scorsese. Örneğin açılışta De Niro’nun Mascagni’nin müziği eşliğinde yavaşlatılmış bir görüntüde ringde tek başına ısındığı sahne, onun ve Pesci’nin sinema tarihine geçen “Hit me – Vur Bana” sahnesi veya De Niro’nun televizyonun üzerindeki antenle oynarken Pesci ve sonra Moriarty ile konuştuğu sahne bugün tüm sinefillerin hatırlayacağı ya da en azından hatırlaması gereken bölümlerin birkaç örneği sadece. Bu örneklerin sonuncusunda De Niro’nun karakterinde yavaş yavaş biriken kuşku ve öfkeyi seyretmeye doymak ise mümkün değil.

1930, 40 ve 50’li yılların klasik şarkılarını da geri planda sık sık duyacağınız filmin yukarıda belirttiğim gibi maskülen yanına kendisinin de fazlası ile hayran görünmesi yanında, tüm filmin boks sahnelerindeki gibi zaman zaman yorabilecek bir sertlik ve dinamizm ile donatılması da bir kusur olarak görülebilir ki hikâyenin maskülen yanının hem Scorsese hem de özellikle Schraderin sağ eğilimlerinin tipik bir dışavurumu olarak görülmesi gerektiğini de unutmamak gerek. Vickie karakterinin gördüğü onca kötü davranışa rağmen La Motta’nın yanında kalmasının ise kadının pasifliği açısından bu iki sanatçı için nerede ise “doğru” bir örnek olduğu söylenebilir. Bunlar bir yana, biçim ve içeriğin akıllıca kaynaştığı bu film, Scorsese’nin otuz dört yıl sonra bile hayranlık uyandıran teknik becerisi ve De Niro’nun müthiş oyunu ile mutlaka görülmeyi hak ediyor.

(“Kızgın Boğa”)

(Visited 349 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir