Rok Spokojnego Slonca – Krzysztof Zanussi (1984)

“Mutluluk elemin içindeyken de bulunabilir”

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, savaşın yakıp yıktığı Polonya’da Amerikalı bir asker ile Polonyalı bir kadının aşk hikâyesi.

Leh yönetmen Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir film. Romantizmin ve bir aşkın doğması ve büyümesi için en elverişsiz koşullarda bir erkek ile bir kadının sevgisini ince bir dil ile anlatan, bunu yaparken de ucuz romantizmden özenle uzak duran bir çalışma bu. 1984 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü kazanan film bir aşk hikâyesinin görsel ve içerik olarak çağrıştıracağı hemen her unsurdan sakınırken, konuşabildikleri diller nedeni ile önemli bir iletişim problemi de olan çiftin hikâyesini insan onurunun acı ve ölüme karşı durabileceğinin de kanıtı olarak kullanıyor. Sakin, güçlü ve dürüst bir film bu.

Wojciech Kilar’ın senfonik müziğinin duygu dolu bir dram duygusu kattığı hikâyede Zanussi bir aşk hikâyesinde pek rastlamayacağımız türden bir ortam içinde gösteriyor bize iki baş karakterini. Büyük savaş henüz bitmiştir, Polonya yoksulluk ve kıtlık içindedir, Amerikan askerleri ve Rus askerleri şehirde gezinmektedir, suç ve ölüm günlük hayatın önemli bir parçasıdır bu ortamda. Bacağında önemli bir yarası olan yaşlı annesi ile birlikte hayatta kalmaya çalışan orta yaşlı bir kadın ve savaş sırasında yaşadığı travmaların pençesinde hayatını sürdüren ve ülkesine dönme gücü bulamayan Amerikalı bir askerdir bu iki karakter. Erkeği mahçup eden bir tesadüfle karşılaşırlar ve sonrası etkileyici bir finale ulaşan bir aşk hikâyesi olur. Şehrin duvarlarında hâlâ Nazilerden kalan “Ein Volk… Tek Halk…” ve “Hitler” sloganları yazılıdır; Amerikan askerleri çocuklara sakız fırlatarak eğlenmektedir, evlerin tümü savaşın ağır izlerini taşımaktadırlar bu hikâyede. Adam kendi travmasının da dürtüsü ile kadına yardım etmeye çalışır hem küçük hediyeleri hem de bir Amerikan askeri olarak ona sağlayabileceği olanakları kullanarak.

Birbirlerinin dillerini hemen hiç bilmeyen, konuşmalarını sadece kadının kısıtlı İngilizcesi ile yürütebilen ve bu nedenle en mahrem konuşmalarını gerçekleştirmek için bir tercümana ihtiyaç duyan adam ve kadının hikâyesini bir bakıma bir direniş hikâyesine dönüştürüyor Zanussi. Ölüme, yıkıma, acıya, otoriteye ve suça karşı bir direniş öyküsü bu film ve yönetmen tıpkı romantik filmlerin diğer tüm klişelerini yıktığı gibi iki baş karakterini de “genç ve güzel” göstermenin peşine düşmüyor. Her ikisi de acılı bu insanların ve erkek evine dönemezken, kadın da evini terk edemiyor. Zanussi aşkın nasıl başladığını veya ilk çekimi yaratanın ne olduğunu vurgulamak gibi oyunlardan hep kaçınıyor ve oldukça alın ve süssüz bir sinema dili ile özel ve etkileyici bir gerçeklik yaratıyor. Yaralı bir ülkedeki yaralı iki karakterin yaşadıklarını anlatırken başka karakterleri de -hikâyeleri özenle oluşturulmuş ve anlatılanın doğal bir parçası kılınmış bu karakterlerin- ihmal etmiyor hikâye. Özellikle, Alman toplama kampından sağ kurtulmak için katlanmak zorunda kaldıklarının travması içinde kendince bir kurtuluş yolu arayan komşu kadın karakterinin bir örneği olduğu şekilde herkesin hikâyesini dinlemeye değer kılan bir senaryo var karşımızda.

Savaştan hemen sonraki bir dünyayı anlattığı için çatışma vs. yok filmde ama bir toplu mezar sahnesinin de örneği olduğu gibi savaşın sonuçlarını doğrudan gösteren pek çok etkileyici ânı var filmin. Örneğin bu sahnede mezarın etrafında toplanmış olan halktan iki kişinin ayaklarının kayarak mezarın içine düşmeleri bir trajikomik an olmanın çok ötesine geçiyor ve seyredenin yüreğinde derin bir iz bırakacak sert bir trajediye dönüşüyor. Savaşta kazanan olmadığını ve doğası gereği de olamayacağını ve herkesin az ya da çok kaybedeceğini gösteren bu sahnelerde askerlerin çürüyen cesetleri gibi görsel açıdan korkunç ve vurucu kareler çıkıyor karşımıza zaman zaman. “Mutlu olmak bir insan hakkı mıdır? Herkesin mutlu olmaya hakkı var mıdır? Yoksa bazılarının vardır ama bazılarının yok mudur?” sorularının bir günah çıkarma sırasında sorulduğu film, insanın en doğal arayışının mutluluk üzerine olduğunu hatırlatıyor seyirciye. Tüm o acının içinde iyilik, fedakârlık ve sevginin yaşayabileceğini ve insanı insan kılanın da bu olduğunu anlatmayı etkileyici bir biçimde başaran bir film çekmiş kesinlikle Zanussi.

Slawomir Idziak’ın sepya tonlarındaki renklere ağırlık veren başarılı görüntü çalışması hikâyenin dramının kaynağını sürekli olarak hatırlatıyor bize ve etkileyici bir katkı sağlıyor filme. Sondaki, trajik bir etkiye sahip olan ve Utah’da (Filmde de sözü edilen, John Ford’un 1939 tarihli filmi “Stagecoach – Cehennemden Dönüş”ün çekildiği bölge burası) çekilen kavuşma ve dans” sahnesi dışında tüm bölümleri Polonya’da geçen filmde başrolleri paylaşan Maja Komorowska ve Scott Wilson karakterlerinin acılarını, umutlarını ve direnişlerini çok iyi yansıtan gerçekçi performansları ile etkileyici birer hüzün portresi oluşturuyorlar. Idziak’ın kamerası bu oyuncuların yüzlerindeki ve gözlerindeki kederi filmin anlattığı “kırık bir aşk hikâyesi”ne uygun bir şekilde yakalarken, oyuncuların yalın performansları bir tercüman eşliğinde konuştukları sahnede olduğu gibi göz yaşartacak bir etkileyiciliğe sahip olmayı başarıyor. Görülmeli.

(“A Year of the Quiet Sun” – “Sakin Güneş Yılı”)

(Visited 82 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir