Run – Philippe Lacôte (2014)

run“Yağmur büyücüsü olmak istiyordum ama kaderim bambaşkaydı”

Ülkesinin başbakanını öldürdükten sonra kaçan bir adamın geriye dönüşlerle anlatılan hikâyesi.

Fildişi Sahili’nden Philippe Lacôte’un yazdığı ve yönettiği ve Fildişi Sahili – Fransa ortak yapımı olarak çekilen 2014 yapımı bir film. Cannes Film Festivali’nin “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilen film genç bir adamın bir hayattan diğerine kaçarak yaşadığı hayatı ve politik bir suikasti gerçekleştirme noktasına nasıl geldiğini anlatıyor bize. Yönetmenlik hayatına kısa filmler ve belgesellerle başlayan Lacôte’un 2013’de beş diğer yönetmenle birlikte çektiği ve filmdeki altı hikâyeden birini anlattığı “African Metropolis” adlı yapımdan sonra çektiği ilk ve şimdilik son uzun konulu filmi olan çalışma onun belgeselci geçmişinin izlerini de taşıyan ve ülkesinin politik karmaşasını genç bir bireyin üzerinden anlatan bir eser olarak dikkat çekiyor. Genç adamın birbirinden farklı hayatların içinde hayatta kalma ve yerini bulma çabasını anlatan film bu hayatların hiçbirini kendisinin isteği ile seçmemiş olmasını ülkesindeki gençlerin gerçekleri için bir sembol olarak seçmiş görünüyor ve her biri ayrı birer ilginçliği olan ama sinemasal karşılıkları her zaman o denli çekici olmayan bu hayatların içinde senaryo belki dağılmıyor ama yeterli bir bütünlüğe de ulaşamamış görünüyor.

Suikast sahnesi ile açılan film sonra geriye dönüşle anlatmaya başlıyor hikâyesini ama sık sık zaman bir bugüne bir geçmişe gidiyor ve klasik bir kronolojik sıra takip etmiyor. Zamanın sık değişmesine rağmen hikâyenin akışındaki doğallığı hiç yitirmemesi ve seyircide gereksiz bir kafa karışıklığı yaratmamasını Philippe Lacôte’un başarı hanesine eklemek gerekiyor kuşkusuz. Resmî dilin Fransızca olduğu ülkede karakterlerin de çoğunlukla Fransızca konuşması rahatsız etmiyor ve film bu avantajı ile ortak yapımcı olan Batı ülkesinin dili ile konuşan yerel karakterler garabetinden kurtuluyor. Filmde tüm karakterlerin yerel olması da olumlu bir durum ve böylece hikâyeye Batılı seyirci için zoraki eklenmiş görünen yabancı karakterlerden kurtulmuş oluyoruz. Filmin gerçekçi bir görünüme kavuşmasına katkıda bulunan bu doğru tercihlere ek olarak, gerçekçilik duygusunu artıran asıl önemli öğe ise yönetmenin sinema dili. Sert sahneler başta olmak üzere kamerasını hemen hiç oyunlara başvurmadan kullanıyor Lacôte ve örneğin suikaste hazırlanma sahnesi veya kahramanımızın peşine düşenlerden kaçarken aralarına karıştığı bir milliyetçi grup (bu grubun lideri daha sonra başbakan oluyor) içinde geçen sahneler bu belgeselvarî yaklaşımın başarılı örnekleri oluyorlar.

Film için sık sık bir çekicilik kaynağı olan bu belgesel yaklaşımı, ne var ki zaman zaman da filmin aleyhine çalışıyor. Kahramanımızın her farklı hayatına ayrı bir döneme yaklaşır gibi yaklaşıyor yönetmen ve kendi içlerinde çekici olsa da hikâyenin genelinde tüm bu toplamla ne demek istediği bir parça havada kalıyor. Bir yağmur büyücüsünün yanında çıraklıktan kasabaları dolaşarak “yemek yeme gösterisi” yapan aşırı şişman bir kadının yardımcılığına ve silahlı bir milliyetçi grubun parçası olmaktan tesadüfen kazanılan bir servetle zengn ve hovarda bir hoyata, adamın değişen hayatını belki ilgi ile izliyoruz ama suikaste giden yolu tüm bunların ne kadar açıklayabildiği bir parça tartışmalı. Bir sahnede “Hayatım bir çocuğun avucundaki kum gibi: tüm sevdiklerim elimden kayıp gidiyor” diyen adamın ne demek istediğini anlıyoruz ama trajik ve çalkantılı hayatına yeterince yakın hissedemiyoruz kendimizi yönetmenin gereğinden fazla mesafeli gibi duran sinema dili nedeni ile ve işte bu problem filmin temel sıkıntısı oluyor. Yönetmenin klasik sinemadan uzak duran veya egzotik öğelerden ustaca sakınan yaklaşımı çok olumlu ama filmini bir şekilde daha sıcak ve çekici bir sonuca kavuşturması gerekiyormuş özet olarak. Başroldeki Abdoul Karim Konaté’nin performansı ise belki yine soğuk görünebilir ama filmin atmosferi ile çok uyumlu ve yakaladığı doğallık ile de kimi sahnelerde hayli etkileyici.

Filmin hayatının bir kısmını bir yağmur büyücüsünün yanında geçiren bir adamı anlatmasına ve egzotizme uygun topraklarda geçmesine rağmen bundan ve büyülü bir atmosferden özenle sakınmasını ise takdir etmek gerekiyor. Hatta bir sahnede sanki yönetmen bu yönde bir beklentisi olanlara ders verir bir tavır ile, karanlık gökyüzünde kayan yıldızlar gibi bir görüntü oluşturan görsel şölenin kaynağının yere düşen binlerce çekirge olduğunu gösteriyor bize. Bir başka ifade ile, “büyülü bir gerçekçilik” bekleyenlere hemen sadece “gerçekçiliği” sunarak (Daniel Miller’ın başarılı görüntüleri büyüyüye en yakın öğesi filmin) asıl derdinin ne olduğunu söylüyor. Sonuçta başta yeterince güçlü ve etkileyici olamamak gibi kimi kusurlarına rağmen, bir ülkenin hatta belki de tüm bir kıtanın kaderini anlatan, kaçan ama gideceği bir yeri de yok görünen veya bu yerin bir öncekinden daha iyi olacağının garantisi olmayan insanları gündeme getiren film ilgiyi hak ediyor.

(“Kaçak”)

(Visited 66 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir