Sans Toit Ni Loi – Agnès Varda (1985)

“Kimse cesedi teşhis etmedi. Bu yüzden de bir hendekten kimsesizler mezarlığına gitti. Tek bir iz bırakmadan doğal bir şekilde ölmüştü. Merak ediyorum, onu çocukken tanıyanlar hâlâ düşünüyor mudur onu? Ama onunla yakın zamanlarda karşılaşanlar hatırladılar onu. Bu tanıklar onun son kışının son haftalarını anlatmama yardımcı oldular. Her birinin üzerinde izini bırakmıştı. Onun öldüğünden haberleri olmadan konuştular hakkında. Adının Mona Bergeron olduğunu söylemedim onlara. Bence o denizden gelmişti”

Bir hendek içinde cesedi bulunan genç bir kadının geriye dönüşle anlatılan hikâyesi.

Agnès Varda’nın yazdığı ve yönettiği bir Fransız filmi. Fransız sinemasının yıldızlarından Sandrine Bonnaire’in ilk fimlerinden biri olan çalışma o sıralarda henüz on sekiz yaşında olan oyuncunun çarpıcı bir performans sergilediği ve Varda’nın kurgusal bir hikâyeyi belgesel havasına da bürünerek anlattığı önemli bir eser. Venedik Film Festivali’nde hem büyük ödül olan Altın Aslan’ı hem de sinema eleştirmenlerinin ödülünü kazanan film özgür ruhlu ve güçlü görünümlü bir genç kadının “Çatısız, kuralsız” günlerini getiriyor karşımıza ve bunu tam bir dürüst yaklaşımla gerçekleştiriyor. Sinemanın saf ve doğal halinin en parlak örneklerinden biri bu ve adım adım inşa ettiği hikâyesi ile seyircinin yüreğini burkuyor. Mutlaka görülmesi gerekli bir film.

Genç kadının macerası boyunca karşılaştıklarından biri onu şu sözlerle tanımlıyor: “Aniden gelen bir rüzgâr gibi çıktı ortaya. Plansız, hedefsiz… arzusu yok, bir isteği de… Ona bir şeyler önerdik ama tek bir şey bile yapmak istemedi. Başıboş dolaşmak mı? Hayır, onunki yavaş yavaş solup yok olmak. Hiçbir işe yaramadığını kanıtlayarak, ret ettiği bir sisteme yardımcı oluyor. Onunki başıboş dolaşmak değil, solup gitmek”. Bu genç kadının macerasının sonunu göstererek başlıyor film; bir hendeğin içinde muhtemelen donarak ölmüş genç bir kadın bulunuyor bir çiftçi tarafından. Bu görüntü üzerinde Varda’nın sesinden bu yazının girişindeki cümleleri duyuyoruz. Joanna Bruzdowicz’in acı dolu bir havası olan müziğinin de eşlik ettiği bu açılıştan sonra hikâye geçmiş zamana bağlanıyor ve otostop yaparak dolaşan, sırt çantalı bir genç kız geliyor karşımıza. Sandrine Bonnaire’in tüm güzelliği ve gençliği ile canlandırdığı kadın oldukça cesur ve güvenli bir görünüme sahiptir ve bir özgür kadın sembolüdür adeta.

Varda hikâye boyunca sık sık, kadının bir hendekte biten macerası boyunca karşılaştığı karakterleri konuşturuyor. Bazen kendi aralarında kadınla ilgili yorumlar yapıyorlar bu insanlar, bazen de doğrudan bize hitap ediyorlar. Etraf daha sakin ve yollar daha boş olduğu için yazın değil, bu soğuk havada yollarda olmayı tercih ettiğini söyleyen kadının gerçek hikâyesinin tümünü hiçbiri bilmiyor bu insanların. Biz de film boyunca kadının ağzından parça parça duyduğumuz bilgilerle yetiniyor ve bu insanlardan daha önde olsak da hikâyenin tümüne hiç hâkim olamıyoruz aslında. Parası olmayan, yıpranmış giysileri ile dolaşan kadının bir polis arabasını görünce neden saklandığını anlayamıyoruz örneğin. Derme çatma çadırını nerede yer bulursa oraya kuran, genellikle terk edilmiş evlerde geceleyen kadın özgürlüğünü ilişkilerinde de kuruyor. Erkekler tarafından seçilmiyor, onları kendisi seçiyor örneğin ve kendine yarattığı özgürlük alanının ihlal edildiğini hissettiği anda tepkisini gösteriyor ve yolculuğuna devam ediyor. Evet, özgürlük hep gündeminde bir kavram olarak hikâyenin. Bir sahnede genç bir oğlan çocuğunun ebeveynlerine kadının özgürlüğünü örnek gösterip ona imrendiğini söylemesi hem kadının bıraktığı izlere hem de özgürlük kavramına bir gönderme kuşkusuz. Felsefe okumuş ama şimdi köylü karısı ile birlikte hayvancılık yapan bir adamın kadının özgür hayatı ile ilgili yorumları da Varda’nın bu kavram üzerine sorgulamalarının bir uzantısı gibi. Benzer şekilde “yola düşen” kendi arkadaşlarından bir gün durmasını bilmeyenlerin sonunda mahvolduğunu anlatıyor adam kadına ve tam bir özgürlüğün tam bir yalnızlık demek olduğunu iddia ediyor.

Varda hikâyeyi anlatarken belgesel havasını bazen azaltıyor bazan artırıyor ama bir şekilde hep canlı tutuyor. Kuzey Afrikalı göçmen işçilerle olan bölüm gerçekçiliği, kamera kullanımı ve içeriği ile bu havanın en parlak örneklerinden biri. Karakterlerin zaman zaman doğrudan bize konuşmaları ve Bonnaire dışındaki hemen tüm oyuncuların ilk kez ve bunların da yine hemen tümünün son kez bir sinema filminde oynayan amatör oyunculardan seçilmiş olması da destekliyor bu belgesel yaklaşımını. Trajik sonu baştan göstererek cesur bir tercih yapan Varda -felsefecinin belki de biraz kıskanarak da söylediği gibi- solan bir hayatı bize dokunaklı bir biçimde anlatmayı başarıyor bu belgesel havasına rağmen ve gerçekçiliği hiç yitirmeden ve herhangi bir zorlama oyuna girişmeden duygusal olmayı da başarıyor. Karakter ile özdeşleşerek yaratılan bir duygusallık değil bu; aksine bundan özenle kaçınıyor yönetmen. Kadının bıraktığı izlerin de bir örneği olan “elektrik çarpması” sahnesinde akademisyen kadının ilk aklına gelenin kahramanımız olması bu “soğuk duygusallığa” örnek olarak gösterilebilir.

Trajik bir yol hikâyesi olarak da tanımlayabileceğimiz filmde herkesin kadını kıskanması, özenmesi veya -belki de gösterdiği cesaretten dolayı- eleştirmesini bir bakıma toplumun bireysel tavırları ve özgür yaşamı yok etmeye soyunmasının sembolü olarak görmek mümkün ama Varda’nın semboller yaratmanın ve oradan “toplumsal mesaj”lar vermenin peşinde olmadığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Varda bir kadının hikâyesini dürüst bir biçimde anlatmayı ve bu hikâye aracılığı ile de sorular yaratmayı hedefliyor sadece ve bunu da doğal bir gücü olan film çekerek başarıyor. Güçlü bir kadının hikâyesinin sonunda olabilecek en aciz biçimde karşımıza çıkmasını da aynı bağlamda değerlendirmek gerekiyor.

Agnès Varda, sinemanın en büyük klasiklerinden biri olan, Orson Welles’in “Citizen Kane – Yurttaş Kane” filminin neden bu denli başarılı olduğunu anlatırken hikâyenin kendisinin değil, filmin bu hikâyeyi anlatma şeklinin ve bir adamın onunla tanışmış/karşılaşmış insanların gözündeki algısını ustalıkla anlatmasının asıl faktör olduğunu söylemiş. İşte burada da benzer bir tercihte bulunuyor Varda ve bir kadının hikâyesini sade bir ustalıkla anlatırken, hikâyeye değil kadının kendisine ve onunla hayatı bir şekilde çakışmış insanların değerlendirmelerine odaklanıyor ve filmi bunların üzerine kuruyor. Görülmeli!

(“Vagabond” – “Çatısız Kuralsız”)

(Visited 809 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir