Sicario – Denis Villeneuve (2015)

“Bana saatin nasıl çalıştığını soruyorsun. Şimdilik sadece kaçı gösterdiğine bak”

Bir FBI ajanının Meksikalı bir uyuşturucu karteline karşı düzenlenen bir hükümet operasyonu sırasında tanık olduğu yasadışılıkların hikâyesi.

Taylor Sheridan’ın orijinal senaryosundan Denis Villeneuve’ün yönettiği bir ABD ve Meksika ortak yapımı. 2018’de yine Sheridan’ın senaryosundan ama bu kez Stefano Sollima’nın çektiği bir devam filmi de (“Sicario: Day of the Soldado”) olan çalışma aksiyon sinemasının sorumlu örneklerinden biri ve tanıdık bir konuyu sorgulayıcı bir tavırla ele alan bir eser. Bu sorgulayıcılığı açısından da belki çok fazla yeni bir şey söylemiyor film ve sinema dilinde de çok fazla bir orijinallik barındırmıyor ama yine de özellikle Emily Blunt ve Benicio Del Toro’nun performansları, kimi çarpıcı sahneleri, Roger Deakins’in görüntüleri ve yasadışılıkla mücadele için adaletin sınırları içinde kalma(ma)ayı sorgulatması ile ilgiyi hak ediyor.

“Sicario” -filmin açılışında belirtildiğine göre- Meksikalı tetikçilere verilen bir isim ve kökeni de ülkelerini işgal eden Romalılar’ı öldüren Yahudilerden geliyor. Hikâye Arizona’da bir çiftliğe yapılan baskınla başlıyor. FBI ve SWAT’ın ortak operasyonunda Latin çetenin en az otuz beş kurbanının korkunç durumdaki cesetleri ortaya çıkarılırken, iki FBI ajanı ile tanışıyoruz: Blunt’ın canlandırdığı Kate Macer ve Daniel Kaluuya’nın canlandırdığı Reggie Wayne. CIA’nın Meksikalı bir uyuşturucu kartelinin liderini ele geçirmek için planladığı operasyona bu ikiliden Macer çağrılırken, Wayne hukuk mezunu olması nedeni ile davet edilmez. Bu ayrımın nedeni aslında seyredeceğimiz hikâyenin de ana teması bir bakıma: Bir suçla mücade eden bir devlet hukukun dışına çıkabilir mi ya da ne kadar çıkabilir? Bu sorunun hikâyedeki iki karşı tarafını ise idealist FBI ajanı Macer ile operasyonu yürüten CIA temsil ediyor.

Denis Villeneuve hikâyeyi anlatırken alışageldiğimiz türden bir aksiyon anlayışından uzak duruyor ve açıkçası bu da filmin hem lehine hem de aleyhine bir sonuç yaratıyor. Ticarî sinemanın göz alıcı ama içi boş aksiyon numaralarına başvurulmaması, seyrettiğimiz aksiyon sahnelerini ilginç ve farklı kılıyor ve seyircinin asıl olarak hikâyeye odaklanmasını sağlıyor. Roger Deakins’in kamerası seyirciyi aksiyonun başdöndürücü ve yorucu atmosferine sokmak yerine o aksiyon içindeki karakterlere yaklaştırmayı tercih ediyor ve bu da filme ek bir boyut getiriyor. Filmin orijinal müziklerini hazırlayan ve yönetmen Villeneuve’ün isteği üzerine “tehdidin sesi”ni yaratmayı hedefleyen Jóhann Jóhannsson’un etkileyici çalışmasının da önemli bir katkı sağladığı hikâyenin aksiyon sahnelerinin “sürpriz”liği, örneğin patlama sahnesinde olduğu gibi, tam da bu nedenle etkileyici oluyor. Görüntü yönetmeni Deakins’in kamerasının bazen doğrudan bir aksiyon ânı yerine o ânın öncesini ya da sonrasını göstermesi veya aksiyonu ima eden bir sahneyi görüntülemeyi tercih etmesi de filmin bu bağlamdaki artılarından biri. Tüm bu olumlu yönlerine karşın, hikâyenin sonuçta çok da derin olmaması sinemasal çekicilik açısından zaman zaman sıkı bir aksiyonu aratmıyor da değil açıkçası ve bir eksiklik duygusundan kurtulamıyor film.

Benicio Del Toro’nun oynadığı Alejandro karakteri ne kadar ilginçse, Josh Brolin’in Matt Graver karakteri de bir o kadar alışıldık ve klişe görünüyor. Tavırları, sözleri ve hikâyedeki yeri ile benzerini daha önce defalarca seyrettiğimiz bir karakter bu ve hikâyeye de pek yakışmıyor. Alejandro karakteri ise ilginçliği ve seyircinin yavaş yavaş alıştırıldığı gerçek kimliği ile hikâyeyi sürükleyen unsurlarından biri oluyor senaryonun. Onun finaldeki sertliği ise ne motivasyonu ne de gerçekçiliği açısından anlamlı görünüyor ve senaryonun bir parça kolaycı ve kaba yaklaşımının bir örneği oluyor. Blunt’ın canlandırdığı ajanın hikâyenin onca erkeği arasında öne çıkan tek kadın karakter olarak sahip olduğu çekiciliği ve farklılığı çok güçlü bir biçimde olmasa da değerlendirmeyi başaran filmin CIA kurumunun resmini tarihi boyunca “adalet uğruna” işlediği suçları hatırlatır bir şekilde çizmesi de önemli artılarından biri ve bu bağlamda finalin gerçekçiliği de önemli.

Meksika’nın sınır şehri Juarez’in atmosferinin de akıllıca kullanıldığı filmde hem yörenin hem de hikâyenin sıcaklığına uygun sarı renklerin ağırlığı dikkat çekiyor. Yörenin filmde sergilenen suç atmosferinin etkileyiciliğinin şehrin belediye başkanını rahatsız etmesi ve 2010 yılından sonra suç oranının ciddi bir biçimde düştüğünü vurgulayarak filmi protesto etmesine neden olmasını Villeneuve’ün başarısının bir göstergesi olarak görebiliriz. Bu atmosfer içinde oluşturulan sahneler de (sıkışık trafikteki infaz, CIA’nın suçluları konuşturduğu bölümler, gece görüş kameraları ile çekilen sahne, sınırın altından geçen tüneldeki tüm bölüm vb.) yine yönetmenin çalışmasının takdiri hak eden bazı örnekleri. Finalde çocukların silah sesi ile yarıda kalan futbol maçı ve bu maçın bir süre sonra devam edecek olması hem şehirde yaşayanların hayatının hem de seyrettiğimiz hikâyenin pek de bir şeyler değişmeden süreceğini vurgularken, FBI ajanının son görüntüsü de destekliyor bunu. Kurgusunun ve ses çalışmasının da atmosferini desteklediği filmde kadının kişisel hikâyesi filme pek bir katkı sağlamazken ve bir parça zorlama görünürken, Maximiliano Hernández’in başarı ile oynadığı Meksikalı polis karakterinin yan hikâyesi ise tam tersine oldukça iyi yedirilmiş ana hikâyeye ve filmin mesele edindiği konuyu çok iyi açıklamış.

(Visited 112 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir