Europa Europa – Agnieszka Holland (1990)

“Kafamın ne kadar karışık olduğunu ilk kez o zaman anladım. Dostum kimdi, düşmanım kimdi? Bana bu kadar nazik davranırlarken, nasıl aynı anda diğerlerini korkunç bir şekilde öldürebiliyorlardı? Bizi birbirimizden farklı kılan neydi? Bir deri parçası mı?”

Yahudi bir gencin Hitler Almanyası’nda hayatta kalabilmek için etnik kimliğini gizleyerek Alman rolü yapmasının sonucunda yaşadıklarının hikâyesi.

Solomon Perel’in anılarını anlattığı “Ich War Hitlerjunge Salomon” kitabından Agnieszka Holland’ın uyarladığı ve yönettiği bir film. Almanya, Fransa ve Polonya ortak yapımı olarak çekilen film “inanılmaz” hikâyesi ile ilgi çekiyor öncelikle ve senaryonun gerçeklerden -gereksiz bir şekilde- saptığı noktaları olmadan bile çarpıcılığıi ile kendisine bağlıyor seyredeni. Naziler ve Sovyetler arasında kalan genç bir adamın yaşadıklarını yönetmen Holland duyguları sömürmeden ve sade bir dil ile anlatıyor. Başroldeki Marco Hofschneider’in gençliği ve naifliği ile hayat verdiği karakterin korkunç günlerini anlatan film “Uyarlama Senaryo” dalında Oscar’a aday olan hikâyesi ve samimiyeti ile görülmeyi hak eden bir çalışma.

Üçü oğlan, biri kız dört çocuğu olan bir Yahudi ailenin üyesi Sally (Solomon). Ayakkabıcı olan babası ve eğlenceli annesi ile olan mutlu hayatı Almanya’daki Yahudi aleyhtarı eylemler ve sonra da saldırılar nedeni ile darmadağın oluyor. Kaçtıkları Polonya’nın Almanlar ve Sovyetler tarafından işgali genç adamın inançlı bir komünist olmak ve seçilmiş gençlerle birlikte elit bir Nazi okuluna gitmek gibi farklı uçlar arasında gidip gelmesine neden oluyor. Hitler ile aynı doğum gününe sahip olmasının da bir işareti sayılabileceği inanılmaz bir hayat sürüyor genç adam ve savaşın o korkunç günlerinde şans, tesadüfler, mucizeler ve zekâsı sayesinde hayatta kalmayı başarıyor. Abisi ile mucizevî karşılaşma sahnesinin bir örneği olduğu kimi gerçeklerden sapılan anları olsa da anlatmaya ve seyretmeye değer bir hayat bu ve Holland bu sapmaları göz ardı edersek, duyguları zorlamadan ve hatta küçük eğlenceleri de ihmal etmeden anlatıyor bu hayatı bize.

Sally’nin hikâyesi farklı ideolojilerin çatışmasını da getiriyor karşımıza: Komünizm ve faşizm yandaşlarının fanatik eylemleri ile sergilenirken, ikincisi çok daha sert bir tavırla olsa da her ikisi de filmin eleştirisinden payını alıyor. Sovyetlerin inançlı komünist gençler yetiştirmesi ile Nazilerin inançlı faşist yetiştirmesini aynı kefeye koyuyor film ve fanatik bağlılıkları ve herhangi bir ideolojiye saplantılı sadakati sert ve alaycı bir biçimde eleştiriyor. Genç adamın zaman zaman karşımıza gelen rüyalarının birinde Hitler ve Stalin’in birlikte dans etmesinin bir örneği olduğu gibi her iki ideolojiyi aynı sepetin içine atıveriyor Holland. İlginç sahnelerin birinde Nazilerden kaçanlar ile komünistlerden kaçanların farklı yönlerde hareket eden kayıkların içinde karşı karşıya gelmesi bu eşitlemenin ilginç ve eğlenceli örneklerinden biri. Bunun yanında kendisi de Polonyalı olan Holland’ın ülkesinin makûs tarihini gündeme getirmesi de dikkat çekiyor. İki zıt ideolojinin ortasında kalan ülkesinin ve halkının yaşadığı korkunç olaylar hikâyenin önemli bir parçası her ne kadar Sally ve onun üzerinden tüm yahudilerin karşılaştığı zulüm ve işkenceler filmin asıl konusu olsa da.

Defalarca yakalanan, defalarca taraf değiştirmek zorunda kalan Sally’nin hayatını borçlu olduğu mucizeler üzerinden filmin din olgusunu öne çıkarması da dikkat çekiyor. Holland bir taraf tutmadan, hem yahudiliğin hem hristiyanlığın (özetle, dinlerin) bireyler üzerindeki etkisini de gösteriyor filminde. Kahramanımızın hayatını şekillendiren mucizeleri de (Stalin’in oğlunun Almanlar tarafından esir alınma anının önemli bir parçası olmak, Hitler ile aynı günde doğmak, tam tersi bir eylem içindeyken birden kendini Almanların kahramanı olarak bulmak, yakayı ele vermesinin kaçınılmaz olduğu ve “Bana bir mucize lâzım” dediği anda hayatını kurtaran bombalar, toplama kampında son anda hayatını kurtaran tesadüf vs.) dinin, ya da en azından ilahî olanın göstergesi olarak görmek mümkün. “Gökten gelen” bir mucizenin filmin başlarında komünistlerin Tanrı’nın göklerdeki varlığı ile dalga geçmesine bir cevap olduğu da açık kuşkusuz. Bu mucizelerin ne kadarı gerçekten olmuştur ya da ne kadarı toplama kampındaki tesadüf gibi gerçeklerle bir parça oynanarak filme eklenmiştir bilmiyorum ama ne olursa olsun gerçekten inanılmaz bir hikâye bu seyrettiğimiz ve bu olağanüstülük savaşın neden olduğu felâketler düşünülünce “doğal” da görünüyor öte yandan. Sonuçta mucizeler sıradan anlarda değil, olağanüstü anlarda gerçekleşmez mi? Ağabeyinin genç adama söylediği sözler (“Hikâyeni hiç kimseye anlatma, kimse inanmaz sana”) aksini söylese de, iyi ki anlatılmış bir hikâye bu.

Temelde bir kimlik hikâyesi seyrettiğimiz ve baş karakter, kimliğini çoğunlukla saklayarak, bazen de bu gizlilikten yorulması nedeni ile kendisini ifşa ederek insanların olduklarından farklı görünmeye ve davranmaya zorlanmalarının neden olduğu acıların da sembolü oluyor bir bakıma. Bugün doksan dört yaşında olan Solomon Perel’in finalde gerçek görüntüsü ile karşımıza çıktığı filmin bu kimlik karmaşasını sözü onca geçmesine rağmen hak ettiği kadar güçlü bir biçimde dillendirememesinin temel nedeni bir film süresinin yetmediği (ya da yetemeyeceği) kadar çok olayı anlatmaya soyunması. Sadece ilk yarım saat içinde olanlar bile seyircinin nefesini kesecek kadar çok ve bu da zaman zaman bir özet seyrettiğiniz izlenimini uyandırıyor kaçınılmaz olarak. Yine de karşımıza gelenlerin çarpıcılığı ve gerçek olmalarını bilmenin yarattığı ek heyecan bu problemi tamamen yok etmese de etkisini azaltıyor.

Krzysztof Kieslowski filmleri için hazırladığı başarılı müziklerle bilinen Zbigniew Preisner’in etkileyici çalışmasından da destek alan film adının çağrıştırdığının aksine bir “Avrupa hikâyesi” değil; Polonya ile sınırlı kalan hikâye yine de İkinci Dünya Savaşı’nın yakıp yıktığı bir kıtadan önemli resimler sergiliyor bize ve sık sık naif bir gencin fazlası ile bireysel bir hikâyesini anlatır havaya bürünse de etkileyici bir “hayatta kalma hikâyesi” olmayı da başarıyor. Bir başka ifade ile söylersek, adının aksine makro değil mikro bir hikâyeyi tercih etmiş Holland.

(“Hitlerjunge Salomon” – “Avrupa Avrupa”)

Pokot – Agnieszka Holland / Kasia Adamik (2017)

“Başka bir varsayımı daha ciddi değerlendirmelisiniz; bence onları hayvanlar öldürdü”

Gizemli cinayetlerin işlendiği bir vadide yaşayan yaşlı bir kadının yörenin avcılarına karşı verdiği mücadelenin hikâyesi.

2017 yılında Polonya’nın Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterdiği film Olga Tokarczuk’un “Prowadź Swój Pług Przez Kości Umarłych – Sabanınızı Ölülerin Kemikleri Üzerinden Sürün” adlı romanından uyarlanmış sinemaya. Tokarczuk’un senaryoyu birlikte yazdığı Agnieszka Holland yönetmenliği aynı zamanda kızı da olan Kasia Adamik ile birlikte üstlenmiş. Bir kadın yazarın romanının onun da aralarında olduğu üç kadın tarafından yaratılan sinema karşılığı olan bu eser güçlü kadın karakteri ile Tokarczuk’un feminist bakışının izlerini taşıyor. Devrimden ve anarşizmden söz etmesi, aktif bir eylemlilik içinde olan bir karakteri -eyleminin niteliği ne olusa olsun- ön plana çıkarması ile günümüzde Polonya’da hâkim olan muhafazakâr iktidarın sözlerine zıt bir noktada duran film katilin sürpriz kimliğinden çok -çünkü tahmin edilebilir bir gelişme bu-, kadının günümüz toplumsal düzeninde hâkim olan unsurlar ile savaşması ve din kurumunu da savaştıklarının arasına koyması ile ilgiyi hak ediyor ve gerilimini gizemin niteliğinden çok, gizemi anlatan dili ve bunu güçlü bir biçimde destekleyen görselliğinden alıyor.

İki köpeği ile bir vadide yalnız yaşayan, emekli bir kadın öğretmen Duszejko; hayvanları çok seviyor ve devletin izin verdiği dönemlerde avlanmalarından da çok rahatsız olduğu avcılardan yasaklı dönemde de bu “hobi”lerini sürdürdükleri için nefret ediyor. Astrolojiye meraklı olan kadın aynı zamanda yörenin okulunda İngilize öğretmenliği de yapıyor. İşte bu kadının hikâyesini öncelikle güçlü bir görselliği olan bir dil ile anlatıyor Agnieszka Holland ve Kasia Adamik ikilisi. Doğanın düzenine “kutsal” bir bağlılığı olan bir karakterin hikâyesini asla yapaylıklara başvurmayan bir doğa övgüsü ile karşımıza getiriyor bu film. Jolanta Dylewska (yine bir kadın sinemacı) ve Rafal Paradowski’nin görüntüleri daha açılış sahnesindeki sisli görüntüden başlayarak doğanın kendi içindeki müthiş uyumunu ve dengesini önümüze getirirken, tüm film boyunca ışık ve renklerin doğallığı ile göz kamaştırıyorlar. Özellikle vahşi hayvanların görüntüleri üzerinden, doğaya zarar veren tek canlının, doğadaki tek gerçek “vahşi” olanın insan olduğunu hatırlatan bir güzelliğe ve güce sahip bu film ve kamera karşımıza getirdiği tüm hayvanları (köpek, tilki, yaban domuzu, kirpi, geyik, örümcek, saksağan vs.) hikâyenin gizemli atmosferine uygun bir “sorgulayan, soran” bakışlarla sergiliyor hep. Bir avcının silahının sesi ile ormanın ve vadinin içinde kaçışan hayvanların görüntüsü bu görsel başarının bir örneği olarak bize aslında filmin tüm meselesini de özetliyorlar.

Film sadece avcıları ve yaptıklarını şiddetle yermekle kalmıyor; onların yaptıklarına göz yuman veya pek de önemsemeyen başta polisler olmak üzere devlet kurumlarını ve “hayvanların ruhları yoktur” diyerek kadının hayvan sevgisini kınayan rahip üzerinden kiliseyi de alıyor eleştirisinin kapsamına. Yönetmenlerin bu “sert” duruşlarını -neyse ki nadir başvurdukları- bir görüntü tercihi ile anlatmaları ve örneğin kadınla konuşan rahibin ve polisin dudaklarına kamerayı fazlaca yaklaştırmalarında olduğu gibi fazlası ile biçimci davranmaları ise filmin az sayıdaki kusurlarından biri. Bu biçimci görüntülere gerek yokmuş açıkçası; çünkü hikâye zaten yeterince sert ve senaryo polisin yozlaşması ve güçlülerle işbirliği yapması gibi problemleri yeterince net ve etkileyici bir şekilde anlatıyor.

Zamanın akışını araya giren ve o dönem hangi hayvanın yasal olarak avlanabileceğini gösteren görüntülerle aktaran film feminizm ve çevrecilik gibi muhafazakâr iktidarların sıcak bakmadığı konular üzerinde ısrarla durmaktan çekinmiyor ve hatta seyircisini eyleme geçmeye çağıran bir söylemin de arkasında duruyor sürekli olarak. Hayvan haklarını odağına almasının yanında (“Siz kasabın yanından geçerken sadece et görürsünüz; oysa o birinin cesedidir”) tüketim hırsı eleştirisi (hikâyenin karakterlerinden biri olan genç bilişimcinin minimalist yaşam tarzı ile altı çizilen bir eleştiri bu) ile de dikkat çeken filmin finali belki yeni yaşam/aile biçiminin ideali/hülyası düşünülerek oluşturulmuş ama filmin genel havası içinde bir parça yumuşak kalmış; hikâyenin sertliği ile yan yana gelecek bir final değil gibi bu son ama yine de umut vermesi ile önemli olduğunu söyleyelim.

Başroldeki Agnieszka Mandat’ın performansını en iyi özetleyecek ifade şu olur sanırım: Tüm hikâyenin üzerinden anlatıldığı ve odaktan hiç uzaklaşmayan bir karakteri o denli güçlü ve içine girerek oynuyor ki o olmadan bu film olmazdı diye hissediyorsunuz. Senaryo da çok iyi işlemiş oyuncunun karakterini ve o da kendisine tanınan fırsatları müthiş bir ustalıkla değerlendirerek seyrine doyum olmaz bir performans koymuş ortaya. Senaryo Mandat’a tanıdığı imkânları diğerlerinden bir parça esirgemiş ne var ki: Örneğin genç bilişimci her ne kadar hikâyenin kilit bir yerinde önemli bir fonksiyon üstlense de Amerikan aksiyon filmlerinde kötülere karşı koyan ve bunun için fiziksel özelliklerinden çok bilgisini ve aklını kullanan tiplerinden ödünç alınmışa benzeyen havası ile hikâyeye pek uymuyor.

Antoni Lazarkiewicz’in hikâyenin atmosferine önemli bir katkı sağlayan müzik çalışmasının desteklediği hikâye insanın bitmek bilmez sahip olma/yok etme hırsını Polonya’daki küçük bir yöre üzerinden anlatan önemli bir çalışma. Girişte de söylediğim gibi, hikâyeyi Polonya’daki iktidarla ve bu iktidarın kapitalist politikaları milliyetçilikle süsleyen ve hatta aşırı sağa göz kırpan yaklaşımı ile birlikte düşünmek gerekiyor. Hikâyenin kadın karakteri inançları ve eylemleri ile bana belki bu nedenle biraz da “Antifa” hareketini anımsattı: Mutlak kötülüğe, hele bu kötülük iktidarı elinde tutanlar tarafından besleniyor ya da en azından varlığına göz yumuluyorsa, eylemle karşılık vermekten başka bir yol yok çünkü. Son bir not olarak, tüm kültürlerde kadının doğa ile özdeşleştirildiğini hatırlatarak, filmin bize doğaya/kadına sataşanın bir şekilde belasını bulacağını söylediğini ifade etmekte yarar var.

(“Spoor” – “İz”)