The Life of David Gale – Alan Parker (2003)

The Life of David Gale“… Belki de ölüm bir armağandır. Sana tek söyleyebileceğim yarın bu saatte ölü olacağım. Zamanını biliyorum. Ama nedenini bilmiyorum. Bulmak için yirmi dört saatin var”

Tecavüz ve cinayet suçlaması ile idam cezasına çarptırılan ve idama karşı bir aktivist olan bir üniversite profesörünün ve onunla idamından önce üç gün boyunca röportaj yapan bir gazeteci kadının hikâyesi.

Charles Randolph’un senaryosunu yazdığı ve Alan Parker’ın yönettiği, başrollerinde Kevin Spacey, Kate Winslet ve Laura Linney gibi sağlam isimlerin yer aldığı bir Amerikan yapımı. İdam cezasının kaldırılması için mücadele eden bir adamın karşı çıktığı ceza ile karşı karşıya kalması gibi ilginç bir çıkış noktası olan film finalindeki sürprizi ile de dikkat çekmeyi başarıyor. Ne var ki, Parker’ın yönetmenliğindeki tüm teknik becerisi ve kimi anlarında temposu düşse de genellikle rahatça akan hikâyesine rağmen, film genellikle fazla derinlere inmeme tercihi ve anaakım sinemanın dar ve güvenli kalıpları içinde hareket etmesi nedeni ile sinema değeri açısından pek de yükseklere çıkamıyor.

Hikâyenin ABD’nin en cumhuriyetçi/tutucu eyaletlerinden biri olan Texas’da geçmesi, idam karşıtı aktivistimizin hikâyesini bir parça daha ilginç kılıyor şüphesiz. Valinin tipik bir sağ politikacı demagogluğuna karşı, cezanın insanlık dışı ve yapılacak bir hatanın geri döndürülemezliği nedeni ile doğası gereği zaten korkunç olduğunu savunan bir organizasyonun üyesi olarak mücadele eden profesörün, yolunda gitmeyen evliliği ve karşı karşıya kaldığı suçlamanın dehşeti hayatını altüst ediyor doğal olarak. Hikâye bunları anlatırken aynı anda hem güçlü hem zayıf unsurları bünyesine alıyor ve bir yandan ilginç olmayı başarırken ve özellikle Alan Parker’ın anlatım becerisinden sıkı bir destek alırken, gereksiz (daha doğrusu Amerikan anaakım sineması için vazgeçilmez) klişeler ve duygusal zorlamalara başvurarak elini zayıflatıyor. Profesörün idamdan önceki son üç gününü, gazeteci kadın ile röportaj, geçmişe dönüş ve kadının yanındaki stajyer ile başta suçlu olduğuna inandığı adamın suçsuzluğunu kanıtlama çabası üzerinden anlatıyor film bize. Hikâye gerçekleri yavaş yavaş açıklayarak seyirciyi şaşırtmayı ve ilgisini ayakta tutmayı deniyor ve bunu çoğunlukla da başarıyor açıkçası. Bu başarıda Parker kadar, üç oyuncunun da -kimi yüzeysel yazılmış sahnelere ve zorlama duygusal anlara rağmen- başarısı var kuşkusuz. Ne var ki hikâyenin bir noktadan sonra saçmalık kelimesini pek de çekinmeden kullanabileceğimiz bir havaya bürünmesi ve sadece inandırıcılık sorunu yaratmak değil aynı zamanda oyuncuları da bu sorunlu sahnelerin (Spacey’in hemen tüm “bunalım” sahneleri örneğin) parçası olmaya zorlamak gibi problemlere sahip olması filme ve oyunculara da ciddi ölçüde zarar veriyor.

Finale doğru tanık olduğumuz, daha doğrusu olduğumuzu sandığımız fedakârlık bile hayli zorlama dururken, finalde bundan daha da ileri boyutta bir fedakârlığı karşımıza getirmesi, senaryoyu yazan Charles Randolph’un kolay yoldan bizi etkileyecek bir yol bulduğunu ve bu yolu da sonuna kadar sömürdüğünü gösteriyor yalnızca. Ölüm cezası tartışmaları konusunda da pek yeni bir şey söylemiyor film ve daha çok konuya giriş seviyesinde kalıyor. Yeterince dramatik bir hikâyesi olan filme bir de ölümcül bir hastalık, tekrarlanan dramatik anlar ekleme telâşı da yardımcı olmuyor filme. Tüm iyi niyetine karşın, hikâyenin ölüm cezasına karşı durmayı seçtiği tarafı zayıflatacak argümanlara sahip olması ve finali ile de benzer bir tutum tavır takınması da tuhaf bir seçim olmuş gibi görünüyor açıkçası. Yine de tüm bu önemli kusurlarına rağmen, Parker’ın yönetmenlik becerisi, senaryoya rağmen aksamadan oynamayı başaran Spacey, Winslet ve Linney üçlüsü ve derdini fazla basit anlatıyor olsa da idam cezası gibi bir “yasal cinayet”e değinmesi ile ilgi gösterilebilecek bir film bu.

(“Ölümle Yaşam Arasında”)