The Descendants – Alexander Payne (2011)

“Anakaradaki arkadaşlarım sadece Hawaii’de yaşıyorum diye, cennette yaşadığımı düşünüyorlar. Adeta hiç bitmeyen bir tatil. Hepimizin Mai Tai’lerimizi içerek, kalçalarımızı kıvırarak ve dalgalarla oynaşarak yaşadığımızı sanıyorlar. Deli mi bunlar?”

Karısı ölümcül bir kaza geçiren ve Honolulu’da yaşayan bir avukatın iki kızı ile yeniden aile olma çabasının hikâyesi.

Alexander Payne’den zarif, şık, hafif ama güçlü ve komedisi ile dramını iyi dengelemiş bir film. Bir trajedi ile başlayan ve sorunlu aile üyelerinin problemleri ile ilerleyen filmin finalini de kapsayan bir pozitif havaya sahip olması bu nerede ise naif bir havası olan çalışmayı kendine özgü kılmış öncelikle. Sonuçta küçük bir hikâye ile karşı karşıyayız ve zaman zaman dramın öne çıktığı kaliteli bir sitcom havası da hissettirmiyor değil ama “cennette” geçen bu hikâye kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Hikâyenin Hawaii’de geçiyor olmasının beraberinde getirdiği şık görüntüler, karakterlerimizin Hawai gömlekleri ve şortları ile gezip iklimin doğasına da uygun bir biçimde evlerinde çıplak ayakla dolaşmaları, sık sık kulağımıza çalınan yöresel şarkılar, özellikle kahramanımızı canlandıran George Clooney’nin doğru bir ritme sahip ve dram/komedi karışımı iyi ayarlanmış ince oyunu film boyunca üzerinize yumuşak bir şekilde gelen bir zarafet ve hafifliği hissetmenize neden oluyor. Dağılmak üzere olan ve tüm fertlerinin farklı bir tarafa savrulduğu ama en çok da kendi içlerine kapanmış göründüğü ailenin yaşanan bir trajik kazadan sonra tekrar bir araya gelme çabasını anlatıyor filmimiz. Hikâyenin bu trajikliğini mekanların sağladığı yumuşaklık ve Payne’nin bu yumuşaklığa çok uygun yalın ve zarif anlatımını dengelerken filmin yaratıcılarının ne trajediyi sömüren ne de komedi ile işi sulandıran bir anlayışın tuzağına düşmeden dertlerini anlatabilmelerine şapka çıkarmak gerek öncelikle. Üstelik bu ana hikâyeye akıllıca eklenmiş bir arazi satışı hikâyesi ile insanların bu cennette bile veya özellikle tam da bu cennette kendisini gösteren rant hırsını, zenginliği ve lüksü doğanın saflığının önüne geçiren yaşam anlayışlarını eleştirmeyi de başarıyor. Bu eleştirisini yaparken –zaman zaman aksasa da- çoğunlukla sözlerin değil görselliğin gücünden yararlanmayı başarmış olması da takdire değer açıkçası.

Ve Clooney. Oyuncu tecrübesini kullanarak basit görünen bir rolü zenginleştiriyor ama en önemlisi inandırıcı kılıyor. Yalın ama çarpıcı finalde karakterlerimizin hep birlikte sığıştığı o koltukta sizin de bir yeriniz olsun diye düşünmenizi sağlayacak en önemli faktörlerden biri de o. Sanatçı hemen her karesinde göründüğü filmi sırtlıyor ve tek bir karede bile aksamadan filmin hem küçük mizahının hem de dramının hissedilmesini sağlıyor. Bu mizah dram karışımının zaman hikâyeye çok uyan bir kara mizah tadına ulaşmasında da büyük pay sahibi Clooney. Kaui Hart Hemmings’in 2007 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan senaryoyu perdeye getirirken, yönetmen Payne Clooney’den aldığı destekle eğlenceli, dramatik ama hepsinden önemlisi etkileyici pek çok sahneye de imza atıyor. Aldatıldığını öğrenen kocanın koşarak evden çıktığı sahne veya arazi satışı konusunda oylama yapmak için bir araya gelen kuzenlerin sahnesi örnek olarak gösterilebilir bu anlara.

Filmimizin kusurları da var elbette. Hikâyenin nasıl sonuçlanacağını epey önceden kestiriyorsunuz örneğin ve aslında sanki bunu rahatsız edici de görmemiş Payne. Evet, bir klasik Hollyood filmi gibi çekiciliğini temel olarak ne olacağa yönelik merak duygusundan alan bir eser değil karşımızdaki ama sonuçta hikâyemiz –Payne’in tüm sanatsal dokunuşu ile farklı bir noktaya taşımış olmasına rağmen- tipik bir aile dramı filmi aslında ve bunu saklamıyor da. Böyle olunca bir eksiklik duygusuna da kapılıyorsunuz açıkçası. Filmimizin rant hırsı odaklı eleştirisi ise kahramanımızın tuzu kuruluğu nedeni ile etkisini epey yitiriyor doğal olarak. Buna filmin açılışında kahramanımızın zaman zaman devreye giren anlatıcı sesinden duyduğumuz ve insanların Hawaii’de yaşayan herkesin cennette yaşadığını düşünmesi ile dalga geçen sözleri ise açılıştaki kısa görüntüler bir kenara bırakılırsa anlamsız bir hal alıyor; alıyor çünkü ne burasının cennet olduğu düşüncemize dur diyecek bir aksi görüntü ile karşı karşıya kalıyoruz ne de –hikâyeye katılan mizah nedeni ile- cennette yaşamanın mutluluğu garantilemediği duygusunu hissedebiliyoruz.

Clooney’e eşlik eden tüm kadronun keyifli oyunu, hikâye boyunca seyirciye geçirmeyi başardığı samimiyeti ve dozunda tutulmuş zarifliği ile ilgiyi hak eden bir film bu. Clooney’in “şovuna” tanık olmanın ve can verdiği karakterinin -Payne’in “About Schmidt – Schmidt Hakkında” veya “Sideways” filmlerinde sıradan insanların örnekleri olmaları ile değer kazanan karakterleri kadar çekici olmasa da veya o derece derinlikli işlenmemiş olsa da- hikâyesinin bir parçası olma duygusunu hissetmenin keyfi ile ayrıca değerlenen filmi görmekte yarar var.

(“Senden Bana kalan”)