Foreign Correspondent – Alfred Hitchcock (1940)

“Bu insanlar cani; içki kaçakçıları ve ev hırsızlarından çok daha tehlikeli insanlar. Bunlar fanatik! Ülkelerine duydukları çılgıncasına sevgiyi, hayata karşı duydukları aynı çılgınlıktaki aymazlıkla birleştiriyorlar; sadece başkalarının hayatlarına karşı değil, kendilerininkine de. Açıkgözlü, ilkesiz ve fazlası ile heyecanlılar”

1940 yılında yabancı muhabir olarak Avrupa’ya gönderilen Amerikalı bir gazetecinin, kendisini savaşı engellemeye çalışanlara karşı kurulan bir örgütle mücadele ederken bulmasının hikâyesi.

Diyaloglarında James Hilton ve Robert Benchley’in imzasının bulunduğu ve jeneriklerde adları geçmeyen Ben Hecht ile Richard Maibaum’un da katkılarının olduğu senaryosunu Charles Bennett ve Joan Harrison’un yazdığı, yönetmenliğini Alfred Hitchcock’un yaptığı bir ABD filmi. Hitchcock’un ABD’ye yerleştikten sonra çektiği ikinci film (ilki yine 1940 yapımı “Rebecca”) olan yapıt aralarında En İyi Film’in de olduğu beş dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve yönetmenin kariyerinde en düşük kâr sağlayan eseri olmuştu. En İyi Film ödülünü yine Hitchcock’un yönettiği “Rebecca”ya kaptıran yapıt savaş sürerken çekilen ve hikâyesi o sırada henüz Almanya’ya savaş ilan etmemiş olan İngiltere’de geçen ilginç bir eser. Yönetmenin sonraki filmlerinde çok daha parlak örneklerini vereceği zanaatkârlığının ipuçlarını taşıması ile de önemli olan film, başta suikast sahnesi olmak üzere farklı bölümleri bugün birer klasik kabul edilen ve romantizmi gerilim ve aksiyonun içine ustalıkla yerleştirebilmiş bir çalışma. Son anda değiştirilen finalinin en çok öne çıkan örneği olduğu bir propaganda havası var ama savaşın tüm harareti ile yaklaştığı bir dönemde belki de affedilmeyi hak eden bir durum bu ve filme bir parça zarar verse de, değerini pek azaltmıyor açıkçası.

Sinema tarihinin en önemli film bestecilerinden biri olan, tam 45 kez aday olduğu Oscar’ı 9 defa kazanarak haklı bir ün elde eden Alfred Newman’ın klasik Hollywood türünde olan güçlü müziğinin eşlik ettiği jenerikle başlıyor film. Tanıtım yazılarını dönen bir kürenin yakın plan görüntüsü üzerinde izliyoruz ve dünyanın içinde bulunduğu sıcak ve hareketli günlerde olduğumuzu anlıyoruz. “Bu film, Amerika’nın gözü kulağı olmak için denizaşırı yerlere giden korkusuzlara, savaş bulutlarını erkenden görenlere, ölülerin ve ölmekte olanların arasında hafaza melekleri gibi duranlara ve yabancı muhabirlere adanmıştır” yazısı ile de hikâye başlıyor. New York’ta bir gazete ofisindeyiz. Patron Avrupa’daki muhabirlerinin performansından hiç mutlu değildir ve zaten çoğu, hükümet bültenlerini habermiş gibi göndermektedirler ABD’ye. Örneğin 1 Eylül’de başlayacak olan savaşın sadece on beş gün öncesine ait bir telgrafta muhabir “Geç hasat nedeni ile, savaşın başlama ihtimali olmadığı” bilgisini bir “üst düzey yetkili”ye dayadırmaktadır. Patron işe el atmaya karar verir; politika ve dış siyaset ile hiç ilgisi olmayan, hayatında hiç Avrupa’ya gitmemiş ama acar bir gazeteciyi (Jones rolünde Joel McCrea var) göndermeye karar verir bölgeye. İstenen “muhaberat değil, haber”dir gazeteciden ve aslî görevi de savaşın çıkmasına engel olmaya çalışan ve gazetecilerle konuşmayan Hollandalı diplomat Van Meer’le (Albert Basserman) röportaj yapmaktır. Yine barış yanlısı olan, Evrensel Barış Partisi Başkanı Fisher (Herbert Marshall) ve onun kızı Carol (Laraine Day) ile bir başka gazeteci olan Scott’ın da (George Sanders) karışacağı ve casusluk, aksiyon, gerilim ve romantizm dolu hikâye başlayacaktır bundan sonra.

Senaryonun baştan sona ve özellikle diyaloglar ve durum komedisi örnekleri üzerinden alçak sesli bir mizaha sahip olması dikkat çekiyor öncelikle. Yabancı muhabirimize, işine daha uygun bir isim seçiminden (Huntley Haverstock ismi ABD’de Telif Hakları Bürosu’nun resmî kayıtlarda kullandığı takma isimlerden biriymiş) başlayan ve tebessüm ettiren mziah anlarını hikâyeye ustaca yerleştirmiş senaristler, romantizm anlarında da başardıkları gibi. Evet, bir parça fazla hızlı gelişiyor aşk vs. ve savaşın yakıcı sıcaklığının hüküm sürdüğü ortamda ayrıca pek de gerçekçi görünmüyor bu hız ama yine de hem Hollywood ustalığı hem de diyalogların parlak başarısı bu durumun hiç de bir sorun gibi algılanmamasını sağlıyor. İronik yanını ve küçük mizahını tek bir karakterle ve sahne ile sınırlamaması da filme belli bir tutarlılık katmış ki bir acar gazetecinin sıkı bir aksiyon kahramanına dönüşmesi başta olmak üzere, sıkıntı yaratabilecek gerçekçilik sorununa da kolaylıkla engel olunmuş. Hayli tuhaf ve zorlama görülmesi muhtemel “aşk ilanı ve evlilik teklifi” sahnesinin ise Hitchcock ile eşi arasında gerçekten yaşanmış olmasını da hatırlatarak, Oscar’a aday gösterilen senaryonun filmin önemli kozlarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

1927’de çektiği sessiz filminden (“The Lodger: A Story of the London Fog”) başlayarak toplam 40 filminde tekrarladığı, perdede çok kısa görünme geleneğine burada da uymuş Hitchcock ve bir dış çekimde kahramanımızın yanından gazete okuyarak geçen adam olarak birkaç saniyeliğine de olsa çıkmış karşımıza. New York, Londra ve Amsterdam’da geçen hikâyesi ile adına uygun bir uluslararası havası da olan film “İşte Hitchcock!” tepkisini verebileceğimiz farklı sahnelere sahip ki bunlardan biri suikast bölümü. Gazeteci ordusu, kalabalık bir halk görüntüsü, yağmurun ve şemsiyelerin çarpıcı bir görsel ustalıkla kullanıldığı bu sahne, sonradan kendisi de yönetmenliğe el atacak olan görüntü yönetmeni Rudolph Maté ile Hitchcock’un ortaklığının parlak bir sonucu tartışılmaz bir şekilde. Filmin bir diğer teknik başarısı ise okyanus üzerindeki uçakta geçen ve sonra suda devam eden bölüm. 1940’ların başlarında olduğumuzu düşününce değeri daha da artan bu sahnede William Cameron Menzies’in sanat yönetmenliği ve tasarımlarının da katkısı ile çarpıcı bir sonuç elde edilmiş. “Titanic” filmindeki “sevdiğin için kendini feda etme”nin suçluluk ve utancı da içeren bir benzerini gördüğümüz sahne efektlerin ve kameranın kullanımı, Hithcock’un benzersiz yönetmenliği ile hayli değerli.

“Güvendeyiz, bu bir Amerikan gemisi” cümlesi gibi masum ve hikâyenin akışı içinde kesinlikle gerçekçi bir propagandanın, bu sözleri dile getirenin ağzına yapılan bir zumla gereksizce abartıldığı filmde, asıl propaganda filmin savaşla ilgili yaşanan gelişmeler nedeni ile yeniden çekilen finalinde karşımıza çıkıyor. Evet, faşizme, daha doğrusu faşist güçlere karşı verilen bir savaşın başındayız ama hikâyeye çok daha uygun olduğu söylenen ama bugün kopyası ortada olmayan bir sonun yerine apar topar çekilen bu final filmin sinema değerine zarar veriyor bugünün gözü ile bakınca. “Merhaba, Amerika! Işıklarınıza sahip çıkın; dünyada açık kalan tek ışık onlar çünkü” sözleri ile Amerika halkına seslenen bu sahnenin çekilmesine karar verilmesinin nedeni de ilginç aslında. Çekimler bittikten sonra, İngiltere’deki ailesine ziyarete giden Hitchcock Alman güçlerinin İngiltere’yi bombalamaya her an başlayabileceği haberlerini alınca, 3 Temmuz’da döndüğü ABD’de film şirketini harekete geçirmiş ve apar topar çağrılan Ben Hecht’in yazdığı sahne 5 Temmuz’da çekilmiş. Burada bir öngörü söz konusu aslında, çünkü Almanlar tam 5 gün sonra da gerçekten başlamışlar bombardımana. Bu propaganda bir yana, nasıl algıladığınıza bağlı olarak rahatsız edebilecek bir politik gönderme daha var filmde. Hikâyenin “kötü” karakteri “Evrensel Barış Partisi”nin başkanı; bu isim ise tipik bir sol örgüt/parti adı elbette. Barışçı bir örgüte/partiye sızan bir faşistin hikâyesi olarak da görebiliriz bu durumu ama bir Amerikan filminde adı “Evrensel Barış” olan bir örgüte olumlu yaklaşılması ihtimali, özellikle de o dönemde pek yüksek olmasa gerek; bu nedenle sızmanın aslında bu sol isimli örgütün gerçek yüzünü göstermek için kullanıldığını düşünmek de mümkün.

Savaş muhabirliği de yapan Amerikalı ünlü gazeteci Edward Roscoe Murrow’un hayatından da esinlendiği söylenen ve çıkış noktaları arasında bir başka Amerikalı gazeteci olan Vincent Sheean’ın 1935 tarihli anı kitabı “Personal History “nin de bulunduğu filmde Jones adındaki gazetecinin hikâyenin genelde aksiyon ve romantizm kısımlarının kahramanlığını üstlenmesi, zekâya dayalı kahramanlıkların ise bir başka karaktere yüklenmiş olması ilginç ve doğru bir seçim olmuş gerçekçilik açısından. Jones’u canlandıran ve Amerikan sinemasında kendisine “Poor Man’s Gary Cooper” denen Joel McCrea kesinlikle hayli eğlenceli ve sağlam bir performans sunuyor bize. İngilizcede “Poor Man’s” ifadesi başka birine benzeyen ama onun daha az yetenekli veya başarılı bir hâli olan kişiler için kullanılan bir ifade ve Hithcock’un Jones rolü için başta gerçekten de Gary Cooper’ı düşünmüş olması (bu rolü ret ettiğine pişman olmuş sonradan Cooper) ise oldukça ilginç bir tesadüf kuşkusuz.

Nazilerin adının hiç geçmediği, Hitler’in ise çok kısaca anıldığı filmi bir anti-faşist sinema örneği olarak görmek mümkün değil ve zaten Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels de filmi oldukça beğenmiş zamanında. Kaldı ki 1940’ta Hollywood’un böyle bir kaygısı da yoktu hâlâ, politik olandan özenle uzak durmak geleneğine uygun olarak. Kötü karakterlerin sinsiliklerini veya kirli oyunlarını sergiledikleri sahnelerde adeta doğrudan seyirciye hitap eden mimiklerle oynamasının da eğlencesini artırdığı filmin sonlara doğru bir parça tökezlediğini kabul etmek gerekiyor ama yine de kesinlikle görülmesi gerekli bir yapıt.

(“Yabancı Muhabir”)

Family Plot – Alfred Hitchcock (1976)

“Mükemmel bir cinayetin dostluğumuzu bunca yıldır ayakta tutması ne dokunaklı, değil mi?”

Bir sahte medyum ve erkek arkadaşının bir mirasçının izini bulmaya çalışırken, insan kaçırarak aldıkları fidyelerle zengin olan tehlikeli bir çiftle karşılaşmalarının hikâyesi.

Victor Canning’in 1972 tarihli “The Rainbird Pattern” adlı romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Ernest Lehman’ın yazdığı film usta yönetmen Alfred Hitchcock’un son çalışması olması açısından ayrıca önemli olan, gerilim ile kara mizahı eğlenceli bir şekilde bir araya getirebilen, sinemacının yeteneklerine son bir kez tanık olmamızı sağlayan ve söz ya da görsel içerikli oyunları ile seyirciyi kendisine hep bağlı tutan bir çalışma. Kimilerince yeterince Hitchcok olmamakla eleştirilen film onun önceki yapıtlarından bazı açılardan ayrılıyor olsa da, sinemaya hoş bir veda etmesini sağlamış yönetmenin kesinlikle.

Filmin orijinal adı olan “Family Plot” İngilizcede aynı aileden bireylerin gömülmesi için bir mezarlıkta ayrılan alan için kullanılan bir ifade ve aynı zamanda aile içinde geçen bir hikâyenin olay örgüsü anlamına da geliyor. Filmin hikâyesi de gerçekten uygun bu tanımlamalara: Bir mezarlıkta yan yana yer alan ve aynı aile üyelerine ait olan üç mezardan biri hikâyenin anahtarlarından birini oluştururken, aile içinde tutulan bir dramın yıllar sonra nasıl ortaya çıkıp bir kaosa, ama eğlenceli türden bir kaosa neden olduğunu anlatıyor film. John Williams’ın korku/gerilim motifleri ile süslü müziği ile açılan hikâyenin başında, sahte olduğunu Hitchcock’un bize hemen söylediği bir kadın medyumun (Barbara Harris) aracı bir ruhun yardımı ile karşısındaki yaşlı kadının ölü kız kardeşi ile konuştuğunu görüyoruz. Yaşlı kadın vicdan azabı çekmektedir çünkü yıllar önce, kardeşinin evlilik dışı yaptığı çocuğunun evlatlık verilmesini sağlamıştır ailenin ününün lekelenmemesi için. Medyumdan beklediği ise şimdi 40 yaşlarında olan çocuğun bulunması ve tek mirasçısı olduğu ailenin ismini sürdürebilmesidir. Sevimli sahtekârımızın bu işteki yardımcısı hem sevgilisi olan hem de birlikte sık sık iş yaptığı bir taksi şoförüdür (Bruce Dern). Hitchcock’un zorlama görünen ama bir o kadar da tam da bu yüzden eğlenceli olan bir karşılaşmada ve iki tarafın da fark etmeyecekleri bir şekilde ilk kez aynı sahnede gösterdikleri bir başka çift ise onlar kadar “masum” değildir. Mücevher satıcısı olan bir adam (William Devane) ve sevgilisi (Karen Black) ise zengin veya ünlü kişileri kaçırarak fidye alan bir ikilidir ve özellikle adamın kötücüllüğü hayli tehlikelidir. Mirasçı çcocuğu arama süreci bu iki çifti yavaş yavaş bir araya getirirken, her iki tarafın da yanlış anlamaları ile işler iyice karışacaktır.

Ernest Lehman’ın başta karanlık yanı çok daha ağır olan ve bu açıdan romana daha bağlı olan senaryosu Hitchcock’un ısrarı ile yumuşatılmış ve eğlencesi de öne çıkarılmış. Yine aynı tercihin uzantısı olarak, romanda gerçekten psişik güçleri olan medyum karakteri filmde bir sahtekâra dönüştürülmüş ve dört ana karakterin kitapta hayli vahşi olan sonları burada bambaşka bir şekil almış. Hitchcock’un ısrarı sadece filmin değil, Lehman’ın da lehine olmuş anlaşılan; senarist “Mystery Writers of America” (Suç ve gizem unsurları üzerine kurulu eserler veren yazarların kurduğu bir örgüt) tarafından verieln en iyi senaryo ödülünün sahibi olmuş bu çalışması ile. Bu hafifletme tercihi aslında Hitchcock’ta daha önce de olan bir eğilimin ileri noktalarından biri olarak gösterilebilir. Açılış sahnesinde medyumun sahtekârlığının hemen belli olması (Harris’in parlak performansının ilk örneğini görüyoruz burada) ve aynı kadının finaldeki göz kırpması bir bakıma Hitchcock’un, kendisinin de dahil olduğu sinemacıların anlattığı hikâyeler ile dalga geçmesi olarak görülebilir. Bu ilk sahnenin hemen sonrasında da beklenmedik bir akışı tercih ediyor film; seyircide oluşan beklenti; medyumun erkek arkadaşının aranan mirasçı rolüne girmesiyken (sonuçta yaşlı kadını ikna edecek kadar fazla bilgiyi yaşlı kadın kendi ağzından söylemiş durumda), senaryo farklı bir şekilde ilerliyor ve adam çocuğu bulup 10 Bin Dolar değerindeki (bugünkü karşılığı ile yaklaşık 51 Bin Dolar) ödülü kazanmak için medyumla birlikte harekete geçiyor.

Bruce Dern’in eğlenceli performansı ile renklendirdiği şoför karakteri tam bir amatör dedektife dönüşüyor ve bizi de keyifli bir aksiyon ve maceranın içine sokuyor hikâye ilerledikçe. Onun bu macera sırasında karşılaştığı benzinci adam (Maloney adındaki bu karakteri filmin en güçlü oyunculuk performansını gösteren Ed Lauter canlandırıyor) hikâyeye zenginlik katarken, tüm karakterlerin en önemli motivasyonunun para olduğunu da sürekli hatırlatıyor bize film. Senaryo son bölümlerini dört ana karakterini karşı karşıya getirdiği bir yüzleşme ve mücadele içinde anlatarak seyirciye hem heyecan hem de eğlence sağlıyor. Buna karşılık filmde Hitchcockseverlerin “işte tam bir Hitchcock sahnesi” diyebileceği türden fazla an yok. Bu bakımdan öne çıkan özellikle piskopos kaçırma sahnesi oluyor; buna hiçbir şey olmaması ile gerilimi daha da artan cafe sahnesini ve sözlere de yansıyan mizahın bedensel karşılığının da bulunduğu “freni tutmayan araba” bölümünü ekleyebiliriz Hitchcock’un izlerini taşıyan anlar olarak. Yönetmenin kendi filmlerinde çok kısa bir rolde (genellikle birkaç saniye süren “cameo” roller bunlar) görünme geleneğine burada da uyduğunu ama bu kez genelde olduğunun aksine başlarda değil, yaklaşık 40. dakikada bir kapının buzlu camının arkasındaki siluet olarak göründüğünü de belirtmiş olalım.

Komedi ile gerilim arasındaki geliş gidişleri iyi ayarlanmış ve yönetmenin titizliğinin göstergeleri ile dolu bu filmin finali özellikle de katıksız Hitchcock hayranlarını yeterince tatmin etmeyebilir ama filmin genel atmosferine uygun bir seçim olmuş gördüğümüz. Anlaşılan Hitchcock -bunu doğal olarak bilmiyor olsa da- bu son filminde seyircisini hem şaşırtmayı hem de kendisinden beklenenleri karşılamayı hedeflemiş ve ulaşmış da bu amacına kuşkusuz. Bir Shakespeare oyunundaki karakterleri andıran mezarcıyı gördüğümüz ve görselliği ile de hayli çekici mezarlık sahnesine ve kilisedeki kaçırma sahnesinde cemaatin hareketsizliğine de dikkat çekilmesi gereken film Hitchcock’un sinemaya hoş bir vedası. Görülmeli!

(“Aile Oyunu”)

Frenzy – Alfred Hitchcock (1972)

“Yemin ederim, doğru söylüyorum. Sana cinsel sapık bir katil gibi görünüyor muyum? Beni sinsice ve gizli bir şekilde Londra’da dolaşıp, kadınları kravatla boğarken hayal edebiliyor musun? Saçmalık bu… zaten sadece iki kravatım var”

Londra sokaklarında tecavüz ettiği kadınları kravatla boğarak öldüren bir seri katil olduğu düşünülen masum bir adamın hikâyesi.

İngiliz romancı, senarist ve gazeteci Arthur La Bern’in 1966 tarihli “Goodbye Piccadilly, Farewell Leicester Square” adlı romanından uyarlanan senaryosunu Anthony Shaffer’ın yazdığı, yönetmenliğini Alfred Hitchcock’un yaptığı bir Birleşik Krallık yapımı. Usta sinemacının son sinema filmi olan çalışma yönetmenin daha önce de ele aldığı, herkesin suçlu olduğunu düşündüğü masum bir adam temasını işleyen ve onun klasik döneminin başyapıtları kadar olmasa da kesinlikle başarılı ve ilgiyi hak eden bir yapıt. Gerek cinayet sahnelerinin doğrudanlığı, gerekse Hitchcock filmlerinde daha önce görülmemiş bir çıplaklık (kesinlikle çok masum bu sahneler) içermesi ile farklı bir konumda duran yapıt, hafif mizahî yaklaşımı, yönetmenin sinema gözünün ustalığını yansıttığı -belki yeterli sayıda olmayan- sahneleri ve su gibi akıp giden hikâyesi ve anlatımı ile de önem taşıyor. Büyük ustanın beyazperdeye vedası olarak görebileceğimiz film, henüz görmemiş tüm sinemaseverlerin izleme listesinde kesinlikle yer almalı.

1956 tarihli “The Man Who Knew Too Much” (Tehlikeli Adam) filminin bazı iç ve dış çekimlerinden sonra yönetmenin İngiltere’ye ilk kez geri döndüğü bu çalışma onun aynı zamanda son sinema filmi de olmuştu. Son dönemlerinde eskisi kadar parlak yapıtlar üretmekte zorlanan Hitchcock’un bu “veda eseri” suç filmleri meraklılarını kesinlikle tatmin edecek bir düzey tutturmayı başararak sinemacının kariyerine hak ettiği bir kapanış sağlamıştı. Helikopterle yapılan çekimle, Thames nehri üzerindeki Londra Köprüsü’ne jenerik boyunca yaklaşan kamera daha sonra köprünün altından geçerek, nehir kıyısındaki küçük bir kalabalığa götürüyor bizi. Yapılacak çalışmalarla nehrin eski, temiz günlerine kavuşacağını müjdeleyen bir politikacı, onu dinleyen halkı ve gazetecileri görüyoruz. 1927 tarihli “The Lodger”dan başlayarak toplam kırk filminde çok kısa olarak görünme geleneği olan Hitchcock burada da o kalabalığın içinde çıkıyor karşımıza ve konuşan politikacıyı alkışlamayan tek kişi olarak dikkat çekiyor. Hemen sonrasında ve yönetmenin sinemasını bilenler için şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, kalabalığın dikkatini nehirdeki kadın cesedi çekiyor. Nehirde “artık yabancı madde olmayacak” diyen politikacıyı yalanlayan bu yabancı madde çıplak bir kadına aittir ve boynunda da onu öldürmek için kullanılan bir kravat bulunmaktadır. “Bir kravat cinayeti daha” sesi yükselir kalabalıktan; çünkü bir süredir Londra’da birisi kadınlara önce tecavüz edip, sonra onları kravatla boğarak öldürmektedir. Ardından hikâye bizi eylemleri, sözleri ve ilişkileri nedeni ile baş şüpheli olan Richard Blaney karakteri ile tanıştırıyor ve onun neden herkesin gözünde seri katil olarak görüldüğünü gösteren sahnelerle devam ediyor.

Senaryo, Blaney karakterinin yaptıkları ve söyledikleri ile neden baş kuşkulu olduğunu gösteren sahneleri eğlenceli ve akıllıca kurmuş ve her birinden sonra onun için kendinizi üzgün hissedecek ve onu uyarma arzusu duymanızı sağlayacak bir güç taşıyor. Hava Kuvvetleri’nden ayrılmış bir binbaşı olan Richard’ın (romandaki travmaları ne yazık ki buraya taşın(a)mamış ve bir parça boşta kalıyor onun “loser” hâli) tüm şüphe yaratan hareketleri bir yandan da seyirciyi eğlendirebiliyor. Bu sahneler klasik anlamı ile komik olmaya soyunmuyor, bunun yerine adamın talihsizliği üzerinden kendinizi suçlu hissedebileceğiniz bir eğlenceyi yaratıyor ustalıkla. Film bunun yanında, romanda olmayan başka unsurlarla daha doğrudan bir mizah da yaratıyor yine aynı beceri ile. Örneğin Richard’ın peşine düşen dedektifin modern yemekler yapma sevdalısı olan eşinin elinde çektiği “acı” ve bu acıya tanık olduğumuz diyaloglar kesinlikle çok iyi yazılmış ve genellikle adamın ilgilendiği dava ile ilgili olan diyalogların tüm ciddi havası sahnelerin mizahı ile hayli çekici bir zıtlık yaratmış.

Film gerçek katilin kim olduğu üzerinden değil, masum adamın başına gelenler üzerinden yaratıyor keyifli ve gerilimli anlarını ve istediği başarıyı da yakalıyor her ikisinde de. İşlenme ânına tanık olduğumuz ilk cinayet sahnesinin de bir örneği olduğu gibi, -kişisel ölçülerine göre- sert ve doğrudan bir anlatım benimsemiş Hitchcock bu filmde. “Psycho” (Sapık) filmindeki duş sahnesini bu kategoride değerlendirmemizin pek de doğru olmayacağını düşünerek, yönetmenin çıplaklık açısından da kendisini çok daha rahat hissettiğini söyleyebiliriz kesinlikle. Evet, oldukça edepli ve kısa bu görüntüler (ve “Eczaneden bir şey ister miydiniz?” gibi diyaloglar) ama yine de yönetmen için bir ilk (ve son) olduğu açık. Aslında yönetmenin tüm filmografisine baktığımızda, onun cinselliği hemen hep odak noktasında tuttuğunu söylemek mümkün. Bir röportajında “Sinemada seks konusuna yaklaştığımda, burada da gerilimin hâkim olmasına önem veririm. Cinselik çok açık, çok bağırgan olursa gerilim kalmaz” demiş yönetmen ve filmlerine aşina olanların da onaylayacağı gibi hep bu doğrultuda eğilmiş cinselliğe, özellikle de “sarışın ve soğuk” kadın karakterlere yer verdiği hikâyelerde. Burada da sarışın kadınlar var ve bu karakterler genellikle kurban olurken, cinsel açıdan pek de soğuk değiller; yönetmenin daha önceki filmlerinin aksine burada “soğuk”luk sarışın olmayanlara atfedilen bir özellik olmuş görünüyor ilginç bir şekilde.

Hitchcock’un yönetmen olarak ustalığını gösteren farklı örnekler var filmde. Bunların birinde, kamera bir cinayetten sonra kurbanın dairesinden yola çıkarak merdivenlerden aşağı kayıyor, binanın kapısından dışarı çıkıyor ve sokağa ulaşırken dairenin birinci kattaki penceresini göstererek duruyor. Sokak sakinlerin cinayetten habersizliğini vurgulayan bu sessiz ve yumuşak çekim hayli etkileyici. Eğlencesi de öne çıkan bir diğer örnekte ise, katil bir kamyonun arkasında ve patates çuvallarının arasında kurbanın cesedi ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Aslında sert bir içeriği hayli eğlenceli kılan bu bölüm sadece filmin en parlak anlarından biri olmakla kalmıyor, ayrıca filmin gerilim ve ironi dolu içeriğinin de iyi bir özeti oluyor bir bakıma.

Katil rolündeki Barry Foster’ın kendisini kadronun tüm geri kalanından ayırt edici olan fiziksel görünüşünden yararlanarak karakterini hikâyenin genel havasına uygun bir “renkli sapıklık”la canlandırdığı filmde masum kahramanımızı oynayan Jon Finch, başı eşinin modern Fransız yemek merakı ile dertte olan dedektif rolündeki Alec McCowen ve onun eşini canlandıran Vivien Merchant da başarılı performansları ile dikkat çekiyorlar. Ron Goodwin’in Altın Küre Ödülü’ne de aday olan ilginç ve vurgulu müziğinin önemli bir katkı sağladığı film, klasik sinemanın izlerini taşısa da Hitchcock’un filmografisi içinde modern bir sinemaya daha yakın duran; kitlelere kaliteli eğlencelik sunan bu usta sinemacının eğlendirmeyi ve gerilim yaratmayı yine ve kendisine yakışan bir düzeyde başardığı ve mizah ile sertliği gerektiği bir şekilde uyumlu kılabilen bir çalışma. Yönetmenin son filmi olarak da görülmesi gerekli bir sinema yapıtı bu.

(“Cinnet”)

The Birds – Alfred Hitchcock (1963)

“Bunu neden yapıyorlar? Bunu neden yapıyorlar? Her şey sen geldikten sonra başladı diyorlar. Kimsin sen? Nesin sen? Nereden geldin? Bence bütün bunların sebebi sensin. Bence sen şeytansın. Şeytan!”

Zengin bir kadının yeni tanıştığı bir avukata şaka yapmak amacı ile gittiği sahil kasabasının beklenmedik ve nedensiz görünen bir şekilde kuşların vahşi saldırılarına uğramasının hikâyesi.

İngiliz yazar Daphne du Maurier’in aynı adlı hikâyesinden esinlenen senaryosunu Evan Hunter’ın yazdığı, yönetmenliğini Alfred Hitchcock’un üstlendiği bir ABD yapımı. Usta yönetmenin, “kötü adam”ın insan olmaması ile diğer filmlerinden ayrı bir yerde duran bu çalışması onun gerilim atmosferine korkuyu da dahil etmesi ve içerdiği gizem ile de ilginç bir film ve günümüz sinemasının olanakları içinde sıradan görünebilecek görsel başarısı da takdiri gerektiriyor. Özellikle kadın oyuncularının performanslarının dikkat çektiği film başroldeki Tippi Hedren’in -1950’de figüran olarak yer aldığı “The Petty Girl” filmi bir yana bırakılırsa- ilk sinema deneyimi olması ile ayrıca bir önem taşıyor. Sinema tarihine geçen sahneleri, Hitchcock’un usta hikâye anlatıcılığının izlerini her karesine yansıtması ve elbette bir Hitchcock filmi olması nedeni ile mutlaka görülmesi gereken bir klasik.

Daphne du Maurier’in radyo, televizyon ve tiyatroya da uyarlanan hikâyesi 1952’de yayımlanmış ilk kez. Bir başka İngiliz yazar, Frank Baker hikâyenin kendisinin 1936 tarihli ve aynı isimli romanına çok benzediğini öne sürmüş uzun yıllarca. Bir intihal var mı yok mu ayrı bir konu ama zaten Hitchcock’un filminin senaryosu kuşların kasabaya saldırması ve bu saldırının “nedensizliği” dışında her ikisi ile de fazla bir benzerlik taşımıyor; olayların akışı ve pek çok farklı karakterin varlığı ile neredeyse özgün bile denebilir Evan Hunter’ın senaryosu için. Çok çarpıcı bir görüntü ile sona eren ve bu görüntüyü desteklemek üzere ve yönetmenin ısrarı üzerine klasik “The End” ibaresi ile kapanmayan film zengin, güçlü ve şımarık bir kadının tesadüfen tanıştığı bir avukata oyun oynamak üzere adamın yaşadığı kasabaya gitmesi ile başlayan olayları anlatıyor. Yaklaşık ilk yirmi dakikasında kuşlar var ama bunlar iki adet sevimli muhabbet kuşu sadece. Açılış jeneriği boyunca perdede farklı yönlerde uçup duran ve tekinsiz sesler çıkaran kara kuşları saymazsak, bu yaratıklarla bağlantılı ilk gerilim bir martının Hedren’in canlandırdığı kadına ani bir şekilde saldırıp başından yaralaması ile gerçekleşiyor. Daha sonra bu saldırıların sıklığı ve kaldıran kuşların sayısı ve çeşitleri artıyor ve tüm kasaba onların terörüne maruz kalıyor.

Tiipi Hedren’i bir reklam filminde görmüş Hitchcock ve kendisinin “sarışın yıldız”larından biri olabileceğine karar vermiş hemen. O reklamda caddede yürürken kendisine ıslık çalan bir oğlan çocuğuna arkasına bakarak gülümseyerek karşılık veriyormuş oyuncu ve işte bu sahnenin aynısı ile açılıyor film. Yönetmen oyunbazlığının bir göstergesi olan bu açılışta kadını bir evcil hayvan dükkanına girerken gösteriyor daha sonra ama tam o içeri girerken bir adam da iki köpeği ile dışarı çıkıyor; bu da bir Hitchcock geleneğinin -filmlerinin başında çok kısaca görünme- örneği çünkü bu adam yönetmenin ta kendisi. Bu dükkanda gerçekleşen karşılaşma Evan Hunter’ın kaleminden çıkan eğlenceli ve akıcı diyaloglar, başrollerdeki Hedren ve Rod Taylor’ın sıcak ve keyifli performansları ile daha sonra tanığı olacağımız korku ve gerilimden çok uzak bir giriş sağlıyor filme. Aslında bu açılışta bile gerilimin çeşitli ip uçlarını veriyor Hitchcock: Kadın dükkana girerken dikkatini gökyüzündeki martıların çokluğu çekiyor örneğin (satıcı kadın, “Herhalde denizde fırtına olduğu için kara tarafına geçmişlerdir” diyor açıklama olarak ama hava yakınlarda bir fırtınayı gösteriyor gibi değildir), adam ile kadın karşılıklı oyun oynarlarken birbirine bir küçük kuş kafesinden kaçıyor ve Hitchcock tarzı bir numara ile diyaloglara özellikle yükseltilmiş görünen kuş sesleri eşlik ediyor sürekli olarak.

Her ne kadar kasaba halkı bir yabancı olduğu ve saldırılar da onun gelişi ile başladığı için kadını suçlasa da kuşların vahşi saldırıları için film bize herhangi bir açıklama vermiyor. Olanları Tanrı’nın insanlara cezası olarak yorumlayan biri oluyor ama kimsenin dikkate almadığı bir kişi bu düşünceyi dile getiren. Hedren’in karakterinin (Melanie Daniels) zengin, şımarık, kararlı ve “fazlası ile” özgüvenli görünen bir kadın olması dikkat çekiyor aslında. Muhafazakâr bir bakışla, kadının toplum içinde “bağımsız hareket etmesi”nin bir sonucu ve bunun neden olduğu felaketlere bir gönderme olarak görülebilir yaşananlar ama hikâye aksine kadının bu gücünün olumlu sonuçlarını gösteriyor genel olarak. Kuşların tuhaflığını insanın doğaya yaptıklarının bir karşılığı olarak da görmek mümkün ve yönetmen de bir röportajında “Kuşların isyanının insanların doğayı istismar etmelerinin (değerini takdir etmeden varlığını garanti görmelerinin) sonucu olduğunu söylemiş nitekim ama hikâye bunu dile getirmiyor hiç. Dolayısı ile saldırıların nedeni belirsiz bırakılıyor ama sonucu açısından farklı bir şey söylemek gerekiyor: Usta görüntü yönetmeni Robert Burks’ün son karesi şehrin üzerine çöken karanlığı çok iyi yansıtıyor ve tanığı olduğumuz kaçışın sonuçsuzluğunu gösteriyor sanki. Açıkçası nedeni belli olmayan ve mücadele etmenin de imkânsız görüldüğü bir saldırı için yazılabilecek en iyi finalmiş bu; diğer sonlar zorlanmış bir çözüm içerebilirmiş ancak.

Kadın hakkındaki Roma’daki çeşmeye çırılçıplak atlamış olması dedikodusu üç yıl önce çekilmiş olan Fellini filmi “La Dolce Vita”da Anita Ekberg’in sahnesinden esinlenerek mi yazılmış bilmiyorum ama Evan Hunter’ın senaryosu bu ilginç kadın ve diğer ikisini (adamın annesi ve eski kız arkadaşı) çok daha çekici ve derinlikli yaratmış görünüyor; öyle ki başrol olmasına rağmen Rod Taylor’ın karakteri daha sıradan kalıyor onların yanında. Avukatın kız kardeşini de katarsak dört kadınla çevrili adamın etrafı; küçük kızın erkekle ilişkisi hikâyede özel bir önem taşmıyor ama diğer üç kadının onunla ilişkisi hayli ilginç: Eşinin ölümünden sonra kendisini çok yalnız hisseden anne (Jessica Tandy) oğlunun ilişkilerine hep olumsuz yaklaşmış ve korkmuş onlardan (“Kendisinin veremeyeceği tek şeyi oğluna verebilecek kadınlardan korkuyor: Aşk!”); eski kız arkadaş Annie (Suzanne Pleshette) ise anne nedeni ile ayrılmak zorunda kaldığı adamdan uzak kalmamak için ona yakın bir yere yerleşmiş ve karşılıksız aşkını canlı tutmaktadır hâlâ. Hikâyenin kahramanı Melanie ise önce oyunları için bir araç olarak gördüğü adama zaman ilerledikçe âşık olacaktır. Kısacası -kız kardeşini de katarsak- dört kadın tarafından kendilerince sevilen bir adam var karşımızda. Böyle bakınca bir aşk filmi bu (hikâye boyunca karşımıza çıkan muhabbet kuşlarının İngilizcedeki isimlerinin “love bird” olduğunu hatırlatalım bu arada) bir yandan da ve senaryo uzatılmış görünen bazı sahneler (örneğin bardaki konuşmalar) dışında karakterler arasındaki sevgi ilişkilerini bir korku / gerilim hikâyesi içine çok iyi yedirmiş görünüyor. Başlardaki hafif havanın yerini yavaş yavaş sert bir atmosfere bırakması yönetmenin ustalıklı mizanseni ile oldukça inandırıcı. ABD gibi kendini fazlası ile önemsemekten kaynaklanan paranoyaları olan bir ülkede kasabada yaşananların tüm ülkeyi çok daha önce ayaklandırması gerekirmiş ama senaryonun bu kusuru görmezlikten gelinebilir rahatlıkla.

Tippi Hedren tüm hikâye boyunca sadece iki farklı kıyafet giymiş: Oscarlı kostüm tasarımcısı Edith Head’in “Nil Yeşili” olarak tanımladığı renkteki şık takımı ve kasabanın dükkanından satın almak zorunda kaldığı pijamaları ama oyuncu bu ilk diyebileceğimiz sinema filminde her iki kıyafet içinde de çok zarif görünmeyi başardığı gibi bu zarifliğinin hikâyenin sertliğinin önüne geçmesini sağlayacak ince ve sağlam bir oyunculuk sunmuş. Jessica Tandy ve Suzanne Pleshette karakterlerini güçlü ve inandırıcı performanslarla karşımıza getirirken her ikisi de içlerinde -erkek nedeni ile- kopan fırtınaları çok iyi anlatıyorlar. Başrolün diğer ismi Rod Taylor ise onca sahnesine rağmen senaryo nedeni ile bir parça geride kalıyor ama işini de hiç aksamadan yerine getiriyor.

Şömineden evin içine doluşan yüzlerce kuş, doğum günü partisi, okuldaki saldırı (bir bankta oturan Melanie’nin etrafında yavaş yavaş toplanan kuşlar ve bu sırada çocukların sınıfta söylediği şarkıdan okul çıkışındaki korkunç saldırıya kadar dört dörtlük bir sahne bu) ve istasyondaki kaos (kurgusu, mizanseni ve görüntüleri ile tam bir başarı bu sahne ve bir adamın kendisini uyaran onlarca insanı fark etmeyip, benzin sızıntısına sigarasını yaktığı kibriti atması bugün en çok hatırlanan ve filmi de klasik kılan anlardan biri) ile yine çok iyi bir iş çıkarmış Hitchcock. Yangın sırasında olan biteni bir ara kuşların gözünden göstermesindeki akıl dolu yönetim onun neden sinemanın en usta isimlerinden biri olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Mekanik kuşların yanında 3.200 gerçek kuşun da kullanıldığı filmin 1994 yılında televizyon için bir devam filmi çekilmiş ve Hedren’in farklı bir karakteri canlandırdığı bu çalışma (“The Birds II: Land’s End”) o derece başarısız olmuş ki yönetmeni Rick Rosenthal gerçek adının kullanılmasına izin vermemiş. Hitchcock’un bu üçüncü Daphne Du Maurier uyarlaması (diğerleri 1939 yapımı “Jamaica Inn” ve 1940 tarihli “Rebecca”) olan ve özellikle belli sahnelerde hayli başarılı olan diyaloglarına rağmen asıl çekiciliğini görsel çalışmasından ve kurgudan (George Tomasini bu başarılı kurgu çalışmasının sahibi) alan filmde müziğin yerini ses efektlerine bırakması çok iyi bir sonuç vermiş. Sonuç olarak, her sinemaseverin mutlaka görmesi gereken ve başarılı bir hikâye anlatıcılığının inandırıcılık gibi bir başlığı nasıl önemsiz kılabileceğini gösteren bir klasik bu Hitchcock filmi.

(“Kuşlar”)